< < Türk Dış Politikasında AKP Romantizmi ya da “Stratejik Derinlik”te Yuvarlanmalar: Türk Dış Politikası “İslam”ileşiyor mu?


Türk Dış Politikasında AKP Romantizmi ya da “Stratejik Derinlik”te Yuvarlanmalar: Türk Dış Politikası “İslam”ileşiyor mu?

Yazan  20 Aralık 2011

Dış Politika ve Realizm

Uluslararası politika literatüründe çoğunlukla sadece devletlerin kendi dışındaki birimlere yönelik tutum ve davranışlarını nitelemek için kullanılan "dış politika" kavramı, uluslararası ilişkiler ve uluslararası politika alanlarındaki klasik "realist yaklaşım"ın (siyasal gerçekçilik) öne çıkardığı devlet-merkezli bakışın ayrılmaz bir parçası olarak, devletle birlikte uluslararası politika ve dış politika analizlerinin en önemli boyutunu oluşturagelmiştir.

Kökleri Antik Yunan'a kadar giden ve siyasal bilimlere belki de en uzun süre damgasını vurmuş olan klasik realist yaklaşım "devlet"i uluslararası sistemin temel aktörü olarak görürken, düşmanlarla dolu bir çevrede varlığını devam ettirmek zorunda olan devlet açısından "güç elde etme" çabasının, dış politikanın en uygun, en rasyonel ve kaçınılmaz hedefi olduğunu ileri sürmektedir. Uluslararası politikaya hatta siyasetin bütününe bir "güç mücadelesi" olarak bakan klasik realizm, bu anlamda gücü kendiliğinden bir amaç olarak ortaya koymaktadır. Thucydides'ten Machiavelli'ye, Machiavelli'den Hobbes'a ve nihayet 20. yüzyılda Edward H. Carr'a ve Hans J. Morgenthau'ya (uluslararası politikada realizmin kurucusu) uzanan süreçte pek çok realist düşünür, politikanın özünün zaman ve mekana bağlı olmayan "güç" ve "çıkar" olguları üzerine oturduğunu savunmuşlardır. Politikayı etiğe üstün gören realistlere göre etik politikanın bir fonksiyonudur. "Değer" ve "güç" olgularının, "ütopya" ve "gerçeklik" gibi birbirinden farklı kavramlar ve olgular olduğunu ileri süren realistler, çatışmaların çözümlenmesinde etkili güç kullanımı veya kullanım imkanı olmadan, salt moral değerler düzleminde gerçekleştirilecek bir oydaşmanın işe yaramayacağını savunmaktadırlar.[1] Bu bağlamda Morgenthau'ya göre,uluslararası alanda geçerli olan tek gerçek "güç"tür ve devletler durmadan güç kazanmaya ve karşısındakini de güçsüz bırakmaya çalışırlar. Devletlerin karşılıklı güç mücadelesinin sonucu "güç dengesi" adı verilen bir mekanizma ortaya çıkmaktadır. Uluslararası alanda barışın korunmasının tek yolu bu güç dengesi mekanizmasının işlemesine ve diplomasi aracının devletlerce etkin bir biçimde kullanılmasına bağlıdır. Bu bağlamda, uluslararası sistemde varolan o andaki uluslararası hukuk ve moral değerler de bu güç dengesinin bir yansımasıdır aslında. Ne var ki bu barış ve düzen dünyasında bile moral ilkeler hiçbir zaman tam olarak gerçekleştirilemeyecek, olsa olsa geçici çıkar dengelerinin ve her an yıkılıp bozulabilecek çözümlerle giderilmiş çatışmaların gölgesinde oluşan bir dünya elde edilebilecektir. Diğer bir deyişle, barışı başka türlü kurma ve koruma çabaları boşunadır. Çünkü Morgenthau'ya göre, evrensel moral ilkelerin devletlerin dış politika eylemlerine aynen uygulanması mümkün değildir ve bu prensiplerin zaman ve mekana bağlı olarak ortaya çıkan somut şartlara göre ayıklanması gerekmektedir. Bu bağlamda, "uluslararası hukuk", "uluslararası ahlak" gibi öğeler "ulusal güç" ve "ulusal çıkar" olguları karşısında ikincil öğeler olarak kalmaktadır.[2]

Türk Dış Politikasında Realizm ve AKP Romantizmi

Bir devletin, temel bazı ilkelere ve belirlenmiş amaçlara sahip olmaksızın bir dış politika yürütmesi düşünülemez ve zaten pek rastlanılan bir durum da değildir bu. Zira, uluslararası ortamda en "iddiasız" devletler bile –"devlet" olmanın doğası gereği– "ulusal çıkar"ları doğrultusunda bir dış politika izlerler. Devletlerin ulusal çıkarları doğrultusunda şekillendirdikleri dış politikaları uluslararası konjonktürün izin verdiği ölçüde gerçekleşmekle birlikte; devletler, dış politika ilkeleri ve amaçları konusunda, aslında oldukça "muhafazakar" ve "realist" davranırlar. Bu bağlamda, bir devletin dış politikada sahip olduğu ilke ve amaçlar, zaman zaman gözden geçirilip rötuş görse de, esas karakterini sürekli olarak korur. Diğer bir deyişle, dış politikanın ilkeleri ve amaçları, temelde varlığını korurken; zaman içerisinde değişen koşullarla birlikte devletler gereken durumlarda stratejilerini, araçlarını ve taktiklerini değiştirebilirler.

20. yüzyılın ilk çeyreğinde, 600 yıllık bir imparatorluğun varisi olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti gibi bir devletin de 80 yılı aşan dış politikası da tabiidir ki belirli ilkeler, nitelikler ve amaçlar çerçevesinde bir süreklilik içerisinde yürütülegelmiştir.[3] Bu bağlamda "Statükoculuk"[4] ve "Batıcılık"[5] Türk dış politikasının iki temel ilkesini ve davranış kalıplarını oluştururken; "Realizm"[6] ve "Pragmatizm"[7] de temel niteliklerini oluşturmuştur.[8] AKP'nin Kasım 2002'de Türkiye'de iktidarı devralmasıyla birlikte Türk dış politikasının gerek ilke ve davranış kalıplarında gerekse niteliklerinde zaman zaman aşırıya varan esnemeler ve hatta kırılmalar yaşanmaya başlamıştır. Esasen Mart 2003 "Tezkere Krizi"yle birlikte başlayan bu süreç, ABD ve AB'yle ilişkilerden Arap dünyasıyla ilişkilere, Kıbrıs Sorunu'ndan "terörle mücadele"ye pek çok dış politika olayında kendini her defasında göstermiştir/göstermeye devam etmektedir.

"Komşularla Sıfır Sorun" ve "Akil Ülke" Politikasının İdeolojik Açmazında Bir Dış

Politika

AKP iktidarının Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun "Stratejik Derinlik"[9] düşünüşü üzerine inşa etmeye çalıştığı ve Türkiye'nin tarihi ve organik bağlarının yüklediği sorumlulukla kademeli olarak çevresindeki havzalara açılmasını ve bu sayede "bölgesel bir güç" olmasını hedefleyen bu dış politika anlayışı, aşırı teorize ve estetize edilmiş, etik vurgusu yüksek ve enternasyonal –bazı görüşlere göre– ümmetsel bir tabana oturmaktadır. Bu dış politika anlayışında "önce teori vardır" ve dünya bu teoriye uydurulmaya çalışılmaktadır. Üstelik, bu dış politika anlayışında "ulusal çıkar"lar, peşinden koşulan amaçların sadece biri gibidir ve sanki her zaman en önceliklisi de değilmiş gibi durmaktadır.[10] Buradan hareketle, AKP'nin dış politikasının "öncelik"ten yoksun bir dış politika olduğu söylenebilir. Zira, önemli-önemsiz ya da "ulusal çıkar" ekseninde olsun-olmasın dış politikada birçok soruna el atan AKP Hükümeti, öncelikleri belirsiz ve netice odaklı olmayan yoğun diplomatik trafikler ve gündemler sergileyerek, görüntüler ve hissi tepkiler üzerinden dış politikada başarılı olduğu izlenimi yaratmaktadır. Diğer taraftan, "komşularla sıfır sorun" ve "akil ülke" nitelikleriyle de bu dış politika anlayışı, "güç" ve "mücadele" faktörlerini devre dışı bırakarak, dış politika sorunlarında daha önceleri çözüm istemeyen, hakkaniyete uygun davranmayan, kendi lehine olsa dahi statükocu tavrından vazgeçmeyen tarafın Türkiye olduğu algısını yaratarak, AKP'nin kendinden önceki Türk hükümetlerinin dış politikadaki kazanımlarını yok sayacak kadar iyimserlik, hayalperestlik, aşırı liberallik ve hatta bencillik sarhoşluğu içine girmesi sonucunu doğurmuştur.[11] AKP'nin dış politikasının bir diğer olumsuz niteliği ise, dostlara "sert" düşmanlara ise "yumuşak" yaklaşımıdır. Tarihsel ve kültürel bağlarla Türkiye'ye özel duygusal ilgi gösteren dost ülkeler ve aktörler (örneğin, Azerbaycan, Gürcistan, Iraklı Türkmenler, Rauf Denktaş, Derviş Eroğlu gibi) AKP döneminde Türkiye'nin karşısındaki birçok ülke ve aktör kadar ilgi ve şefkat görmemiştir. Keza, AKP'nin dış politikada meseleler "uzak", "soyut", "ahlaki" olduğu zaman aslan kesildiğini; ama konular "yakın", "somut", "direk", "eski" olduğunda ve sağlıklı bir "bencillik" gerektiğinde ise yumuşak, tavizkar, ilgisiz olduğu da gözlemlenmektedir. Özellikle Gazze, Sudan, İran ve Hamas gibi konularda Batı'yla hiçbir dengeyi gözetmeden bozuşmayı göze alabilen AKP; Kıbrıs, Ermenistan, Kuzey Irak ve PKK gibi Türkiye'nin "ulusal çıkar"larının nirengi noktasını oluşturan konular söz konusu olduğunda ise Batı'nın kendisine çizdiği sınırlar içerisinde kalmaya ve aşırı söylemlerde bulunmamaya dikkat etmektedir.[12]

Türk Dış Politikası "İslam"ileşiyor mu?

Bütün bu nitelikleriyle, AKP'nin üzerine kurulduğu ideolojik gelenekten (siyasal İslam) beslenen ve Arap dünyasının sorunlarına daha fazla angaje olmayı Türk dış politikası için daha "elzem" görenbu yeni dış politika anlayışı, Türk dış politikasını "Realist" anlayıştan uzaklaştırıp "İdealist", "Romantik" ve "İslamcı" bir çerçeveye taşımaya başlamıştır. Türk dış politikasının içerisine sokulduğu bu yeni mecra "eksen kayması" tartışmalarını da doğal olarak gündemde tutmaya devam etmektedir.[13] Üstelik bu "eksen kayması"nın alanı dış politikayla da sınırlı değildir. Aksine, AKP'nin hem iç hem de dış politikadaki söylem ve eylemleri birbirini bütünleyen bir biçimde, Türkiye Cumhuriyeti devletinin geleneksel "yönetim felsefesi"ni ve rejiminin temellerini de (ulus-devlet ve laiklik) ciddi biçimde aşındırmaktadır.[14] Türkiye'nin AKP'yle birlikte yeniden şekillenen bu dış politika kimliğinin aynı zamanda şüphecilik, çelişkiler ve hatta gerilimler taşıdığı ya da yarattığı gerçeği, bu politikayı destekleyen bazı yazarlarca da dikkat çekilen bir husustur. Örneğin, E. Fuat Keyman'a göre, enerjik ve sağlam bir diplomasi yürüterek, "komşularla sıfır sorun" politikası uygulayarak, dış politika etkinlik alanlarını Asya, Afrika ve Latin Amerika'ya doğru genişleterek, kendi tarihsel ve derin dış politika sorunlarıyla –özellikle Kıbrıs, Ermenistan ve Kuzey Irak– yüzleşme isteğini arttırarak, Irak ile Suriye, İsrail ile Suriye, İran ile Batı dünyası arasındaki çatışma çözümü müzakerelerinde arabuluculuk yapmayı önererek, Türkiye küresel ve bölgesel olarak daha da aktifleşmektedir. Ancak, Türkiye'nin geliştirmekte olduğu bu çok boyutlu dış politika davranışı, "değişmeyen bir Batı çıpası olmaksızın merkezsiz ve bağımsız bir proaktivizme" sahip olduğunda, özellikle Batı'da, son dönem Türk dış politikasının amacı, niyeti ve realist olup olmadığı hakkında birtakım şüpheler doğurmaktadır.[15]

Gerçekten de AKP'yle birlikte Türk dış politikasının Ortadoğu özelindeki diplomatik aktivizminin artması ve bu aktivizmin çoğunlukla İsrail'in Gazze'ye yönelik politikalarına karşı güçlü ve tekrarlanan eleştirileri barındırması, Türk dış politikasının niyet ve amaçları üzerindeki şüpheciliğin de artması sonucunu doğurmaktadır.[16] Söz konusu şüphecilik farklı yazarlar tarafından değişik tonlarda dile getirilmekle beraber, bu konudaki en çarpıcı şüpheler AKP'nin "siyasal İslam" geleneğinden gelen bir parti olması üzerinde yoğunlaşarak, AKP'nin kendi "İslami" ve "otoriter" yönetiminin gücünü ve meşruiyetini öncelikle iç politikada ve doğal olarak Arap coğrafyasında genişletebilmek için Türk dış politikasını bir araç olarak kullanmakta olduğuna işaret etmektedirler. Daha açık bir ifadeyle, AKP'den önce Türk dış politikasında "araçsal" bir değer ifade eden "İslam" olgusu, AKP'yle birlikte "amaçsal" bir değere dönüşmüş ve denklem tersine çevrilerek, Türk dış politikası bunun bir "arac"ı haline getirilmiştir. Deyim yerindeyse, [siyasal] İslam'ın, Cumhuriyet tarihi içerisinde Türk dış politikasında gerçek manada bir referans olarak kabul edilmesi ve pratiğe bu denli yansıması –Milli Nizam, Milli Selamet, Refah partilerinden daha fazla– AKP'yle birlikte gerçekleşmiştir.[17] Soner Çağatay'a göre, AKP "dünyayı inanç bloklarından müteşekkil" olarak gören ve "Batı, Amerika ve İsrail karşıtı" girişimlerde bulunan İslamcı bir partidir. Yazara göre, AKP dış politikada bir yandan Türkiye'nin geleneksel müttefikleriyle (yani Batı'yla) ilişkilerini soğuturken; diğer taraftan, Sudan, Suriye, İran, Katar, Suudi Arabistan ve İran'la yakınlaşmakta, Hamas ve Hizbullah'la da düzenli temaslar yürütmektedir.[18] Diğer bir deyişle, AKP'nin dış politikasında odak noktası olarak Arap dünyası ve dolayısıyla [siyasal] "İslam" ağırlık kazanmıştır.[19] Benzer şekilde, Gareth Jenkins de, AKP'nin iç politikadaki eylemleriyle Türkiye'de bir tür "siyasal İslam" inşa ederken, görünürde Batı'ya yöneldiğini, ancak asıl hedefinin Doğu olduğunu ve böylelikle Türkiye'de korku, güvensizlik ve sosyal kutuplaşmanın artmasına neden olan "otoriter" ve "muhafazakar" bir yönetimi beraberinde getirdiğini ileri sürmektedir.[20] Konuyu İsrail özelinde ele alan Nuray Mert ise, anti-İsrail söylemlerinin tüm Ortadoğu ülkelerinde öteden beri iç ve dış politikaların meşrulaştırılmasında bir araç olarak kullanıldığına ve bu söylemin aynı zamanda muhalefet alanının tümünü doldurmak için kullanışlı bir araç olduğuna dikkat çekerek, şimdi Türkiye'nin de bu yola girmiş göründüğünü ileri sürmektedir.[21] Yazara göre, "Müslüman dostlarımıza karşı buncavazifemiz varken, çatlak ses çıkmasın" söylemiyle "milli çıkar"ın yerini "tüm İslam aleminin çıkarları" almaktadır ki, böyle bir durumda demokrasiden söz etmek hiç mümkün olmayacaktır. Hele ki işin içine, "Müslüman dünyada fesat çıkaranlar" söylemi katılırsa –ki bu çerçevede katılmaması imkansızdır– siyasi muhalefet kısa yoldan "fesat" diye yaftalanıp[22], kapalı rejim anlayışı alıp başını gidebilecektir.[23] "Arap Baharı", "Filistin davasında kazanımlar", "Türkiye'nin bu çerçevede liderlik rolü" derken, Ortadoğu'da yaşanan gelişmeleri derinlemesine yorumlama ortamının tamamen ortadan kalkmış olduğuna dikkat çeken yazar, Türkiye'nin "Ortadoğu'nun baş aktörü", "cihan devleti" olması heyheylenmeleriyle, emperyal hevesleri canlanan ve kışkırtılan bir ülkenin savaştan, çatışmadan kaçınmasının söz konusu olamayacağını ileri sürmektedir.[24] Üstelik, Türkiye gibi "dışarıdan" bir aktör değil, Arap halklarının içinden çıkmış ve onların gönlüne taht kurmuş Nasır'ın bile bölgesel gücünün 1967 Arap-İsrail Savaşı'yla nasıl birdenbire çöktüğü düşünüldüğünde, salt konjonktüre ve hatalı okumalara dayalı büyük iddialarla yola çıkıldığı taktirde bir noktada duvara çok sert biçimde çarpılabilecektir.[25]

Netice itibariyle, 'AKP'nin "siyasal İslam" ideolojisine yaslanan dış politikadaki söylem ve eylemleri iç politikada partinin tabanında destek bulsa da, dış politikada orta ve uzun vadeli hedefler açısından ciddi riskleri de beraberinde getirmektedir. Zira bu yeni dış politikayla birlikte ortaya konan dış politika pratikleri Arap dünyasında (daha doğrusu Arap halkları nezdinde[26], yönetimlerinde değil) olumlu karşılık bulsa da, Batı merkezli uluslararası politikada Türkiye'nin "söylem" ve "eylem" çelişkilerini de gün yüzüne çıkartarak Türkiye'nin önemli dış politika konularındaki kararlılığına ve ciddiyetine adeta gölge düşürmektedir. Bu "söylem" ve "eylem" çelişkilerinin ilki Temmuz 2003'te Süleymaniye Baskını ve Krizi/Çuval Olayı"yla yaşanırken, bir başkası Şubat 2009'da "One Minute Çıkışı/Davos Çıkışı"ndan yaklaşık bir yıl sonra Mayıs 2010'da İsrail'in OECD üyeliğinin Türkiye tarafından onaylanmasıyla yaşanmış[27], bir diğeri ise Mart-Nisan 2009'da Danimarka Başbakanı Rasmussen'in NATO Genel Sekreterliği'ne karşı çıkan AKP iktidarının ABD'nin baskısıyla bu tavrından vazgeçmesiyle yaşanmıştır. Daha yakın zamanlarda ise AKP iktidarı İran'a yönelik olduğu gerekçesiyle –ki öyle– "Füze Kalkanı Projesi"ne açıkça karşı çıkmasına rağmen, bugün gelinen aşamada Türkiye bu projenin ana merkezi durumuna gelmiştir.[28] Son olarak Ortadoğu coğrafyasında "Arap Baharı" olarak adlandırılan ve demokratik olmayan yönetimlere karşı halk ayaklanmaları şeklinde gerçekleşen olaylar karşısında AKP iktidarının takındığı çelişik tavırlar, Türk dış politikasının "Realizm" ile "İdealizm" ya da "Romantizm" arasında ne kadar yalpaladığını göstermektedir. Özellikle Başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın Libya olayları sırasındaki şu sözleri ve sonrasında ortaya koyduğu dış politika pratiği, Türk dış politikasının gerçek mecrası olan "Realizm"den kopartılıp sırf ideolojik ve duygusal kararlarla "İdealizm"e ya da "Romantizm"e kaydırılmasının tutarsızlığını açıkça ortaya koymaktadır:

"NATO Libya'ya müdahale etmeli midir? Böyle saçmalık olabilir mi ya!? NATO'nun ne işi var Libya'da? Libya'ya nasıl müdahale eder? Bakın, Türkiye olarak biz dedik ki, biz bunun karşısındayız, böyle bir şey konuşulamaz, böyle bir şey düşünülemez!" (28 Şubat 2011, Hannover-Almanya)[29]

"NATO, Libya'nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya girmelidir." (21 Mart 2011, Mekke-Suudi Arabistan)[30]

Türkiye'nin AKP iktidarıyla birlikte dış politikada yaşadığı bu söylem ve eylem çelişkisi aynı zamanda gelecek açısından Türkiye'yi çok ciddi siyasi, askeri ve ekonomik risklerle de karşı karşıya bırakma potansiyeli taşırken, kamuoyunda da "İsrail" ve dolaylı olarak da "Batı karşıtlığı"nı keskinleştirmekte ve dış politikayı iç politikanın aracı haline getirmektedir. İç politikada çeşitli konulardaki (demokrasi, sivilleşme, yargı, ordu vs.) söylem ve eylem kararlılığını, dış politikada da her vesileyle başarabileceğini düşünen AKP iktidarı, uluslararası politikanın dinamiklerinin iç politikadan farklı olduğunu ve farklı çalıştığını görmekten uzak bir zihin dünyası içerisindedir. Oysa ki, uluslararası ilişkilerde ve uluslararası politikada salt ahlaki ve uluslararası hukuk normlarıyla hareket edilerek başarılı olunamayacağı, dünün olduğu gibi bugünün de gerçeğidir. Üstelik bu normların "araçsal" bir anlam taşıdığını, diğer bir deyişle "ulusal çıkar"larınıza hizmet ettiği sürece anlamlı olduğunu hesaba katmadan bu normlara "amaçsal" anlam yüklediğiniz taktirde, kendi elinizi ve kolunuzu da bağlamış olursunuz.

Bir an için AKP iktidarının dış politikada ahlaki ve uluslararası hukuk normlarını bu derece öne çıkartmasının yüksek bir ideal ve ilkesel bir tutum olduğunu düşünsek bile, gerçeklik bundan çok farklıdır. Zira "One Minute Çıkışı" ve "Mavi Marmara Baskını"yla birlikte AKP'nin ortaya koyduğu bu dış politika tavrı, genelde insani ve hukuki değerleri özelde ise İslam dünyasını referans alan bir görüntü vermekle birlikte; AKP'nin diğer dış politika eylemleri ya da "eylemsizlik"leri bunun tam böyle olmadığını, coğrafyaya ve kültüre göre değiştiğini ortaya koymaktadır. Özellikle, köktenci İslami anlayışların ve mezhep çatışmalarının hüküm sürdüğü Ortadoğu ve Afrika coğrafyalarının sorunlarına adeta bir milli meseleymiş gibi her vesileyle eğilen AKP iktidarı; Türk-İslam geleneğinin var olduğu ve büyük ölçüde laik devlet yapılarına sahip coğrafyalarda bunun tam aksine bir tutum sergilemektedir. Örneğin; Filistin topraklarının uluslararası hukuka aykırı olarak işgal edildiğini yüksek sesle dile getiren Başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın, aynı hassasiyeti Ermenistan'ın Azerbaycan toprağı olan Dağlık Karabağ'ı işgal etmiş olması karşısında niçin dile getirmediği ve bu konuda ilkesel bir tavır ortaya koymayıp, Ermenistan'ın sıkışmışlığına çare olacak protokolü neden imzaladığı gün gibi ortadadır. Benzer şekilde Çin Halk Cumhuriyeti'nin Doğu Türkistan'daki (Sincan-Uygur Özerk Bölgesi) uygulamaları konusunda AKP'nin ciddi manada dillendirdiği bir şikayet bugüne kadar vaki olmamıştır. Diğer taraftan, eğer Filistin–İsrail anlaşmazlığı hem Türkiye için hem de Filistin için bir güvenlik ve beka sorunuysa ve İsrail'in "terörist" bir devlet gibi davranarak ortaya koyduğu eylemlerin uluslararası hukuk karşısındaki gayrimeşruluğu AKP tarafından her daim yüksek bir sesle dillendiriliyorsa, o zaman bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak herkesin kendisine şu soruyu sorması da gerekir: 30 yılı bulan bir süredir Kuzey Irak'ı aralıklarla da olsa kendisine mesken edinmiş olan PKK terör örgütü konusunda Irak devletinin uluslararası hukuk karşısındaki gayrimeşru tutumu Türkiye'nin daha mı az önemli bir güvenlik ve beka sorunudur ki AKP iktidarı bunu salt bir iç güvenlik sorunu olarak değerlendirmektedir? AKP iktidarı bu konuda muhatap bulamadığı için mi Erbil'de konsolosluk açmaktadır? Ya da 2004'ten bu yana Ege'de Eşek ve Bulamaç adalarını bilfiil işgal etmiş olan Yunanistan'ın bu eylemi karşısında AKP iktidarının sessizliği; Kardak Kayalıkları için 1996'da çatışmayı göze alan ve sözümona Türkiye'de askeri vesayetin hakim olduğu yıllardaki Türk hükümetleri "komşularla sıfır sorun" istemedikleri için daha mı evladır?

Bu sorular yanıtlarını bulduğunda, "Mavi Marmara Baskını"yla ilgili olarak BM nezdinde kurulan komisyonun hazırladığı Palmer Raporu karşısında AKP iktidarının İsrail'e karşı "söylem"lerinin "eylem"sel olarak ne kadar ortaya konulabileceği hususu, bunların işlevsel olup olmadığı ve ne getirip ne götüreceği de ortaya çıkacaktır.

Sonuç Yerine

Yukarıda ortaya konulan argümanlar çerçevesinde genel bir değerlendirme yapıldığında, AKP'nin izlemekte olduğu dış politikanın, Türk dış politikasının geleneksel parametrelerinden önemli ölçüde sapma belirtileri gösterdiği söylenebilir. Bu noktaları ve bunlardan doğan/doğacak sonuçları şöyle özetleyebiliriz:

Birincisi, AKP'nin dış politika yönelimlerinin "Batı"ya ait olanları tamamen konjonktürel, oportünist ve Makyavelist bir mahiyette cereyan etmektedir. Diğer bir deyişle, AKP, özellikle ABD ve AB'yle olan ilişkilere (ve dolayısıyla demokrasi, hukuk devleti, insan hakları gibi değerlere) kendisine yardımcı ve kendi stratejik önceliklerine yaradığı müddetçe önem göstermekte ve ilgi duymaktadır. AKP'nin dış politika yönelimlerinin "Doğu"ya/"Arap dünyası"na ait olanları ise ideolojik, romantik, kamuoyunu ve parti tabanını "Müslümanlar ve ötekiler" şeklindeki bir zihni kurgulamayla yönlendiren, dış politikanın meşruiyetini "ulusal çıkar"da değil bu zihni kurgulamada arayan bir mahiyette cereyan etmektedir.

İkincisi, AKP'nin dış politikadaki eylem ve seçeneklerinin önceliğini, içeride iktidar meşruiyetini güçlendirecek ve kendi iktidarının devamlılığını sağlayacak dengelerin kurulması oluşturmaktadır. Böylelikle AKP'nin içerdeki çoğulcu yapıyı ve muhalefeti istediği gibi biçimlendirerek, Türkiye'nin siyasal rejimini otoriter (hatta siyasal İslam'ı baz alan) bir anlayışa ve son kertede "parti-devlet bütünleşmesi"ne taşımasına hizmet edecek gelişmelerin de önü açılmış olacaktır.

Son olarak, AKP'nin iç politikada hız kazandırdığı "kimlik" tartışmaları, dış politikada da geçerli olmaya başlamıştır. Bu durum, Soğuk Savaş sonrası Türk dış politikasının uluslararası sistemin değişmesinden dolayı yaşadığı fakat belirli ölçülerde konsolide ettiği "belirsizlik"ten çok daha ciddi bir belirsizliktir ve AKP'nin ideolojik angajmanla dış politikada atılacağı maceraların Türkiye'yi Ortadoğu merkezli bölgesel çatışmaların içine taşıma riski oldukça yüksektir.

 

[1] Klasik realizm (siyasal gerçekçilik) konusunda bkz. Hans J. Morgenthau, Uluslararası Politika: Güç ve Barış Mücadelesi, C. I-II, Çev. Baskın Oran, Ünsal Oskay, Sevinç Matbaası, Ankara, 1970; Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler Teorileri: Çatışma, Hegemonya, İşbirliği, 3. bs., Alfa Yayınları, İstanbul, 2002, s. 163-213; Mustafa Aydın, "Uluslararası İlişkilerin 'Gerçekçi' Teorisi: Kökeni, Kapsamı, Kritiği", Uluslararası İlişkiler Dergisi, C. 1, Sayı: 1 (Bahar 2004), s. 33-60; John J. Mearsheimer, "Reckless States and Realism", Internatonal Relations, Vol. 23, No: 2 (June 2009), pp. 241-256.

[2] Daha geniş bilgi için bkz. Morgenthau, Uluslararası Politika: Güç ve Barış Mücadelesi, C. I, s. 217-291, 296-354.

[3] Dış politikada "süreklilik", bir devletin dış politikasının uzun süreli olarak temel ilke ve esaslarını koruyarak belli parametrelerin dışına çıkmaması veya çıkamaması anlamına gelir. Diğer bir deyişle, bir devlet uzun süreli olarak izlediği dış politikayı değiştirmeyi ya rasyonel bulmamaktadır ya da böyle bir değişime gidecek olanaklardan yoksundur. Dış politikanın "süreklilik" karakteri alması, iç dinamiklerden kaynaklanabileceği gibi, dış dinamiklerden de kaynaklanabilir. Sürekliliği besleyen bir diğer etken de, bir devletin dış politikasında istikrara tanıdığı önceliktir. Bu yüzden devletler uzun süreli olarak izledikleri dış politikayı kolay kolay terk edemezler; çünkü, denenmiş politikalar yeni politikaların getireceği belirsizliklere karşı güvence anlamı taşır. Son olarak, bir devletin dış politikasının süreklilik kazanması aynı zamanda o devletin uluslararası alanda yer ettiği konumla da doğrudan ilgilidir. Daha geniş bilgi için bkz. Gültekin Sümer, "Dış Politikada Süreklilik-Değişim Çekişmesi", Uluslararası Hukuk ve Politika, C. 6, Sayı: 23 (2010), s. 73-98.

[4] Türk dış politikasında "Statükoculuk" en genel anlamıyla mevcut sınırları ve dengeleri sürdürme anlayışıdır. Ancak, bu hiçbir zaman pasif bir dış politika ya da diplomasi izlenmesi anlamına gelmemektedir.

[5] Türk dış politikasında "Batıcılık" en genel anlamıyla Türk dış politikasının Batı'ya ve onun değerler kümesine (demokrasi, laiklik, serbest piyasa ekonomisi, hukuk devleti, insan hakları) yönelik olmasını ifade etmektedir.

[6] Türk dış politikasında "Realizm" dış politikanın ağırlıklı biçimde ve olabildiğinde "güç" ve "güvenlik" temelli olmasına karşılık gelmektedir. Bu dış politika anlayışında ulaşılabilir hedefler üzerinden dış politikanın yürütülmesi, uluslararası sistemin dışında kalınmaması ve maceracılıktan uzak durulması büyük önem arz etmektedir.

[7] Türk dış politikasında "Pragmatizm" dış politikadaki davranışların ideolojik amaçlar yerine, pratik olaylar ve hedeflere uygun olarak şekillenmesini ifade eder. Türk dış politikasının, bazı zamanlar ve bazı durumlarda, ilkeleri ile uygulamaları arasındaki farklılığı pragmatizm olgusuyla açıklamak mümkündür. Örneğin, Milli Mücadele döneminde SSCB'yle kurulan ilişkiler ve Türkiye'nin İslam Konferansı Teşkilatı'na (İKÖ) "de facto" üyeliği Türk dış politikasındaki en bilinen pragmatizm örnekleridir.

[8] Daha geniş bilgi için bkz. Baskın Oran, "Türk Dış Politikası: Temel İlkeleri ve Soğuk Savaş Ertesindeki Durumu Üzerine Notlar", Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C. 51, Sayı: 1-4 (Ocak-Aralık 1996), s. 353-370; Baskın Oran, "Türk Dış Politikasının Teori ve Pratiği", Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, C. I (1919-1980), 12. bs., Ed. Baskın Oran, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006, s. 17-53.

[9] AKP'nin Türk dış politikasındaki uygulamaları ile Ahmet Davutoğlu'nun "Stratejik Derinlik: Türkiye'nin Uluslararası Konumu" adlı kitabı arasında yadsınamayacak düzeyde organik bağlantılar mevcuttur. İlk baskısı Nisan 2001'de gerçekleşen ve akademik bir çalışma için sıradışı sayılabilecek bir oranda baskı sayısına ulaşan (halihazırda 61. baskı) söz konusu eser, Soğuk Savaş dönemi ve sonrasındaki uluslararası sistemi karşılaştırarak, değişen uluslararası sistemde Türkiye'nin konumunu tartışmakta ve Türk dış politikası için yeni bir model önermektedir. Türkiye'nin Soğuk Savaş dönemindeki politikalarını "Türkiye'nin Batı için jeopolitik önemi" aksiyomuna dayanması nedeniyle eleştiren Davutoğlu, Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemdeki jeopolitik ve jeoekonomik boşluğun yarattığı fırsatlardan Türkiye'nin nasıl yararlanabileceğine ilişkin stratejik bir kuram ve model önermektedir. Bu stratejik kuram ve modelin temeli, "doğal etki alanı" olmasına rağmen Cumhuriyet'le birlikte eski Osmanlı topraklarının yadsınmasının artık bir tarafa bırakılarak, bu alanın yarattığı "stratejik derinlik"ten yararlanılması üzerine kurulmuştur. Diğer bir deyişle, Davutoğlu'nun Türk dış politikası için öngördüğü stratejik kuram ve model, Türk dış politikasının "Batı" merkezli ekseninin "Batı dışı" opsiyonlara da kayarak, bir anlamda bu merkezin ağırlığının azaltılmasını savunmaktadır. Bu amaca hizmet eden jeokültürel öğeler arasında ise "İslam" birinci sıraya oturmaktadır. Bkz. Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik: Türkiye'nin Uluslararası Konumu, 42. bs., Küre Yayınları, İstanbul, Ocak 2010.

[10] Şanlı Bahadır Koç, "Stratejik Dehlizlerde Derinlik Sarhoşluğu: Bir AKP Dış Politikası Eleştirisi", 21. Yüzyıl Dergisi, Sayı: 19 (Temmuz 2010), s. 8.

[11] "Komşularla sıfır sorun" politikasının gerçekçi bir politika olmadığı apaçık ortadadır. Zira, Türkiye'nin imparatorluktan devraldığı jeopolitik, jeokültürel miras ve tarihsel sorunlar Türkiye'ye pasif bir diplomasi ile kabuğuna çekilme rahatlığı vermemektedir. Oral Sander'in tanımlamasıyla, tıpkı Osmanlı İmparatorluğu'nda olduğu gibi, Türkiye'nin de "iki cepheli" ve dolayısıyla "iki statükolu" bir devlet olması, Türkiye'yi önemli güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya bırakmaktadır. Türkiye'nin komşularının sayısı ve bileşimi, Türklerin "dost mu, düşman mı?" imgesine sahip olmasını haklı kılan bir unsur olarak ortada durmaktadır. Zira, Türkiye, tüm tarihi boyunca, bu komşularının hiç olmazsa bazıları tarafından saldırıya uğrama ya da onlardan kaynaklanan güvenlik riskleriyle karşı karşıya kalmanın yarattığı bir belirsizlikle uğraşmak durumunda kalmıştır. Bunun sonucu olarak da güvenliğini sağlamak için çok çeşitli ittifak düzenlemelerine girmiş ve Batı'ya yönelik bir dış politika izlemiştir. Bkz. Oral Sander, "Türk Dış Politikasında Barış Unsuru", Türkiye'nin Dış Politikası, Der. Melek Fırat, İmge Kitabevi, Ankara, 1998, s. 134-135.

[12] Koç, "Stratejik Dehlizlerde Derinlik Sarhoşluğu: Bir AKP Dış Politikası Eleştirisi", s. 12.

[13] Bu konuda farklı görüşler için bkz. Şaban Kardaş, Türk Dış Politikasında Eksen Kayması mı?", Akademik Ortadoğu, Cilt 5, Sayı: 2 (2011), s. 19-42; Kürşad Turan, "Türk Dış Politikasında Eksen Kayması", Ortadoğu Analiz, Cilt 2, Sayı: 18 (Haziran 2010), s. 51-58; Yalım Eralp, "Eksen Kayması", Policy Brief, Global Political Trends Center, Temmuz 2010, s. 1-6,

[14] 2008 yılında ölen ünlü siyaset bilimci Samuel Phillips Huntington, ilk defa 1993'te Foreign Affairs dergisinde yayınladığı "The Clash of Civilizations?" (Medeniyetler Çatışması) isimli makalesini temel alarak, 1996 yılında yayınladığı "The Clash of Civilizations and the Remarking of World Order" (Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması) isimli kitabında, Türkiye'yi medeniyet ve kimlik bazında "bölünmüş" ve "kararsız" ülke olarak tespit ederken; Türkiye'nin demokrasi ve laiklik açısından gelecekte içinde bulunacağı sürece ilişkin olarak ortaya attığı şu öngörülerinde sanki AKP ve R. Tayyip Erdoğan'ı önceden haber verir gibidir: "Türkiye, İslam'ın çekirdek devleti olmak için gerekli tarihe, nüfusa, orta düzey bir ekonomik gelişmişliğe, ulusal birliğe, askeri yetenek ve geleneğe sahiptir. Gelgelelim, Atatürk'ün Türkiye'yi net bir şekilde laik bir toplum olarak tanımlaması, Türkiye Cumhuriyeti'nin bu rolü Osmanlı İmparatorluğu'ndan devralmasını önlemiştir. Türkiye, anayasasındaki laiklik ilkesine bağlılığından ötürü OIC'in [İslam Konferansı Teşkilatı] kurucu üyesi bile olamamıştır. Türkiye kendisini laik bir ülke olarak tanımladığı sürece İslam'ın liderliğine soyunma olasılığı yoktur. Bununla birlikte, Türkiye kendisini yeniden tanımladığı taktirde ne olur? Türkiye bir noktada Batı dünyasına üyelik için yalvarıp duran bir dilenci olarak oynadığı hüsran verici ve aşağılayıcı rolden vazgeçip, Batı'nın temel İslami muhatabı ve düşmanı olarak oynadığı çok daha etkileyici ve onurlu tarihsel rolü yeniden üstlenmeye hazır hale gelebilir. Köktendincilik Türkiye'de tırmanışa geçmiştir; Özal yönetimi altında Türkiye, Arap dünyasıyla özdeşlik kurmak için büyük çaba harcamıştır; Orta Asya'da ılımlı bir rol üstlenebilmek için etnik ve dilsel bağlantılarından faydalanmaya çalış[mıştır]; Boşnak Müslümanları desteklemiş ve cesaretlendirmiştir. Balkanlar, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya'daki Müslümanlarla kapsamlı tarihsel bağlantılara sahip olması bakımından Türkiye'nin Müslüman ülkeler arasında benzersiz bir yeri vardır. Türkiye'nin sonuçta bir 'Güney Afrika' rolü kotarması hiç de mantık dışı değildir: Güney Afrika'nın ırk ayrımcılığını ilga etmesi gibi, [Türkiye de] kendine yabancı olduğu gerekçesiyle laikliği kaldırıp, kendi medeniyet kümesinde bir parya konumundan çıkarak bu medeniyetin lideri haline gelebilir. Güney Afrika, Hıristiyanlıkta Batı'nın iyi ve kötü yanlarını ve ırk ayrımcılığını yaşayıp gördükten sonra, Afrika'ya liderlik etme vasfını özellikle kazandı. Laiklik ve demokraside Batı'nın iyi ve kötü yanlarını yaşayıp görmüş olan Türkiye de en az onun kadar, İslam'a liderlik etme vasfını kazanmış olabilir. Ama bunu yapabilmek için Atatürk'ün mirasını, Rusya'nın Lenin'in mirasını reddedişinden daha eksiksiz bir şekilde reddetmek zorunda kalacaktır. Böyle bir hamle aynı zamanda, Atatürk kalibresinde bir lideri, Türkiye'yi bölünmüş ülke olmaktan çıkarıp, çekirdek bir devlet haline getirmek için gerekli siyasal ve dinsel meşruluğu kendisinde toplamış olan bir lideri gerektirir." Bkz. Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, 2. bs., Çev. Mehmet Turhan, Cem Soydemir, Yusuf Eradam, Okuyan Us Yayınları, İstanbul, Haziran 2002, s. 263-264.

[15] E. Fuat Keyman, "Türk Dış Politikasında Eksen Tartışmaları: Küresel Kargaşa Çağında Realist Proaktivizm", SETA Analiz, Sayı: 15 (Ocak 2010), s. 6; E. Fuat Keyman, "Globalization, Modernity and Democracy: in Search of a Viable Domestic Polity for a Sustainable Turkish Foreign Policy", New Perspectives on Turkey, No: 40 (Spring 2009), pp.7-27.

[16] Bkz. Nora Fisher Onar, "Neo Ottomanism, Historical Legacies and Turkish Foreign Policy", EDAM Discussion Paper Series, No: 2009/3 (October 2009), pp. 1-16.

[17] Türk kimliğinin bir boyutu olarak İslam, iç politikada olduğu gibi dış politikada da belli bir etki kapasitesine sahiptir. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti'nin temelleri olan ulus-devlet ve laikliğin, dış politikanın da temellerini oluşturması nedeniyle, bu etki yakın zamanlara kadar, diğer bir deyişle AKP iktidarına kadar büyük ölçüde sınırlıydı. Küreselleşmeyle birlikte İslam'ın uluslararası ilişkilerin gündemine yoğun bir biçimde girmesi ve Batı tarafından Soğuk Savaş sonrası ve özellikle de 11 Eylül 2001 sonrası dünyanın anarşik ortamının en önemli müsebbiplerinden biri olarak görülmesi, Doğu'nun da rüştünü ispatında ve kimlik arayışlarında İslam'ı odak noktası haline getirmiştir. İslam'ın Türk dış politikasındaki etkisini tarihsel olarak analiz eden ve bu konuda literatüre kazandırılmış tek Türkçe çalışma için bkz. Gökhan Koçer, Türk Dış Politikasında İslam: Araf'ta Olmak ya da Bir Pragmatizm Örneği, Pegem A Yayıncılık, Ankara, 2003.

[18] Soner Çağatay, "The AKP's Foreign Policy: The Misnomer of 'Neo-Ottomanism' ", April 24, 2009,

[19] Kasım 2002–Nisan 2009 tarihleri arasında AKP'nin yurtdışına gerçekleştirdiği üst düzey resmi ziyaretlere (başbakan ya da dışişleri bakanı düzeyinde) bakıldığında bu durum bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır. Söz konusu dönemde yapılan resmi ziyaretlerde, Balkanlar ve Kafkasya göz ardı edilirken, Arap ülkelerine çok sık üst düzey resmi ziyaretler gerçekleştirilmiştir. Bu bağlamda, Azerbaycan ve Gürcistan'a sadece bir kez üst düzey resmi ziyaret yapılırken, İran ve Suriye'ye en az sekiz kez üst düzey resmi ziyaret gerçekleştirilmiştir. Benzer şekilde, başbakan düzeyinde en az yedi kez Katar ve Suudi Arabistan'a resmi ziyaret düzenlenirken, Türkiye'nin sınır komşuları olan Bulgaristan ve Yunanistan'a sadece iki kez resmi ziyarette bulunulmuştur.

[20] Bkz. Gareth Jenkins, Political Islam in Turkey: Running West, Heading East?, Palgrave MacMillan, New York, 2008, pp. 167-217. AKP'yle birlikte Türkiye'de siyasal sistemin bir dönüşüm içerisine girdiğini ve "çok partili sistem"den "hakim tek partili sistem"e ya da doğru bir ifadeyle illiberal demokrasilerde kendini gösteren "yumuşak hegemonik parti sistemi"ne doğru bir evrilmenin yaşandığını çarpıcı tespitlerle ortaya koyan bir çalışma için bkz. Ümit Özdağ, İkinci Tek Parti Dönemi: AKP'nin Yumuşak Hegemon Parti Projesinin Anatomisi, Kripto Basın Yayın, Ankara, Mart 2011.

[21] Nuray Mert, "Füze Kalkanının Gölgesinde", Milliyet, 4 Eylül 2011,

[22] Nitekim, AKP Hükümeti'nin İsrail politikasını eleştiren CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na hükümet yetkilileri tarafından verilen cevaplar bu niteliktedir. Örneğin, Başbakan R. Tayyip Erdoğan "Ana muhalefetin haline bakın. Birisi çıkıyor başka türlü konuşuyor, genel başkanları başka türlü. Ana muhalefet partisi başkanı İsrail'in avukatlığını bıraksın. Sen kendi partinin sözcülüğün yap. İsrail'in sözcülüğünü yapan parti bizim ülkemizde siyaset yapamaz" derken; Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç "CHP'nin, bir milli mesele olan dış politika konusunda hükümeti eleştirirken çok daha dikkatli olması lazım, çok daha doğru tespitler yapması lazım. Sayın Başbakan'ın tespiti ne yazık ki doğrudur. Sayın Kılıçdaroğlu'nun konuşması, netice itibariyle İsrail'in avukatlığını yapacak düzeydedir." sözlerini sarfetmiştir. Bkz. "Ana Muhalefet İsrail'in Avukatı", Takvim, 8 Eylül 2011, ; "İsrail'in Avukatı Olduğu Doğru", Milliyet, 9 Eylül 2011,

[23] Nuray Mert, "İslam Emperyalizmi, Neo-Osmanlıcılık", Milliyet, 1 Eylül 2011,

[24] Mert, "Füze Kalkanının Gölgesinde", Milliyet, 4 Eylül 2011.

[25] Nuray Mert, "Arap Baharı ve Türkiye ile Balayı", Milliyet, 13 Eylül 2011,

[26] Başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın Palmer Raporu karşısında İsrail'e karşı yaptığı açıklamalar ve dile getirdiği "yaptırımlar" gerek Türkiye kamuoyunda gerekse Arap kamuoyunda, tıpkı "One Minute Çıkışı/Davos Çıkışı"nda olduğu gibi büyük ses getirmeye devam etmektedir. Nitekim, Başbakan Erdoğan'ın "Arap Baharı" turunun ilk durağı olan Mısır'a 13 Eylül 2011 gününün ilk saatlerinde varmasının ardından, Kahire Uluslararası Havaalanı'nda ellerinde pankartlarla bekleyen binlerce Mısırlı kendilerine Arapça hitap eden Erdoğan'a "İslam'ın kurtarıcısı, Allah'ın azizi Erdoğan" şeklinde karşılık vererek, yoğun sevgi gösterilerinde bulunmuşlardır. Bkz. "İslam'ın Kurtarıcısı Erdoğan Mısır'da", 13 Eylül 2011,

[27] "Türkiye Evet Dedi, OECD İsrail'i Üyeliğe Kabul Etti", Sabah, 11 Mayıs 2010, ;

"İsrail OECD'de", Hürriyet, 12 Mayıs 2010, ;

Hakan Albayrak, "OECD...İsrail...Utanç...", Yeni Şafak, 17 Mayıs 2010,

[28] Nuray Mert'e göre, eskiden İslami/muhafazakar kesim ABD ile ilişkileri sorgulamaya eğilimliyken, şimdi bu sorgulamaların önü, iktidar olma durumuyla kesilmiştir. Dahası mevcut iktidarın anti-İsrail politikaları bu kesimi o denli rahatlatmaktadır ki, AKP'nin çelişik tavırları bu kesimde herhangi bir rahatsızlık uyandırmamaktadır. Tam tersine bu durum, tüm iktidar politikalarını fazladan meşrulaştırmaktadır. Bkz. Mert, "Füze Kalkanının Gölgesinde", Milliyet, 4 Eylül 2011.

[29] "NATO'nun Libya'da Ne İşi Var?", 28 Şubat 2001, ; "Libya'ya NATO Müdahalesine Erdoğan Karşı Çıktı", 28 Şubat 2011, ; "Erdoğan: NATO'nun Libya'da Ne İşi Var?", 28 Şubat 2011, ; Video kaydı için bkz. "Erdoğan: Nato'nun Müdahalaesi Söz Konusu Değil",

[30] "Erdoğan'ın Petrol Şartı", 21 Mart 2011, ; "NATO Girecekse Şartımız Var", 21 Mart 2011, ; Video kaydı için bkz. "Ankara'nın Şartları", 21 Mart 2011,

Doç. Dr. Bülent Şener

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display