< < İstiklal Marşı'nın Kabul Edilişi


İstiklal Marşı'nın Kabul Edilişi

Yazan  12 Mart 2009

Ölenler olmazsa kalanlar yaşar mı?

Ölümden öteye yollar aşar mı?

Ölüm, yan bakan yaşayan benim

Ya istiklâl ya ölüm dahası var mı?

Milli mücadele yıllarına kadar bir marşımız yoktu. Milli marşla ilgili bir protokol ortaya çıktıkça, askerin moralini yüksek tutacak, orduyu coşturacak "Mecidiye", "Hamidiye" gibi padişahlar adına bestelenmiş askeri marşlar çalar veya çeşitli kahramanlık destanları okurlardı. Ancak bunların hiç birisi milli olma özelliğini taşımıyordu.

23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılmasıyla da milli marşımızın eksikliği daha çok hissedildi.

1920 yılı sonunda Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey, Milli Eğitim Bakanı Rıza Nur Bey'e milli heyecanı koruyacak, milli azim ve imanı manen besleyecek zinde tutacak, ülke bağımsızlığının sembolü olacak milli bir marşın hazırlanması teklifinde bulundu. Bu teklif benimsenerek 7 Kasım 1920'de ödüllü yarışma açıldı. Çok kısa zamanda 724 şiir geldi. Fakat içinde bulunulan mücadelenin büyüklüğü ölçüsünde kuvvetli bir şiir yoktu. O tarihte milletvekili olan Mehmet Akif Ersoy ikna edilerek milli marş olacak şiiri Ankara'daki Taceddin Dergahi'nda yazdı.

İstiklâl Marşı, Büyük Millet Meclisi huzurunda ilk defa 1 Mart 1921'de Mustafa Kemal Paşa'nın başkanlık yaptığı oturumda Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey tarafından okuldu. Şiir dinleyenleri heyecanlandırdı. Alkışlar ve gözyaşları arasında dört defa okundu ve ayakta dinlendi. Tekrar tekrar okunması ve her seferinde ayakta dinlenmesi şiirin güzelliğini ve anlattığı fikirlerin gücünü göstermektedir.

12 Mart 1921 tarihinde Milli Marşımız olarak kabul edildi. İstiklâl Marşımız, ülkemizin büyük bir kısmının işgal altında bulunduğu, açlık ve yokluk içinde olduğu bir ortamda yazılmıştır.

Türk edebiyatının en güzel şiirlerinden biri olan İstiklâl Marşı, vatanımızı ve bayrağımızı elimizden almak, milletimizi tarih sahnesinden silmek isteyen güçlere karşı verilen Milli Mücadele sırasında yazılmıştır.

Türk'üz

Muzaffer olarak doğmuşuz bir kere

Bir karış toprak uğruna

Kimimiz şehit oluruz,

Kimimiz gazi

Hiç değişmez bu yazı.

İstiklâl Marşımızda bağımsızlık tutkusu, vatan, millet sevgisi, manevi değerler iç içe işlenmiştir. Milletimizin ölüm kalım savaşının destanıdır.

Bir destandır istiklâlimiz, kanla, acıyla, yiğitlikle yazılmış, yazılıp yüreklerimizin ta içine kazınmış.

Bu mücadeleye öğle inanılıyordu ki, Akif Anadolu'ya geçerek demir çarık, demir asa dolaşan her girdiği şehir, kasaba ve köyün camisindeki vatanı vaizler ile gönülleri tutuşturan cephedeki Mehmetçiği "Allan Allah" la koşturan ve şiirleri ile Türk'ün zaferi mutlaka kazanacağını, çünkü bu zaferi Hakk'ın vaat etmiş bulunduğunu bütün dünyaya;

 

"Doğacaktır sana vaat ettiği günler Hakk'ın

Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın" mısralarıyla haykırırdı.

Akif'in Anadolu hareketine böyle candan katılması halkın bu mücadeleyi benimseyişi üzerine şüphesiz çok olumlu bir etki yaptı.

Sakarya Savaşı'na kadar işgal edilmiş vatanın gazi çehresi karşısında büyük acı duyan Akif artık yerinde duramaz olmuştu. Vatanın bağrı yanık toprağını adım adım dolaşıyor; bütün ızdıraplara rağmen "hala güzel" Anadolu'nun bir cennet vatan oluşundaki sırrı yakından görmeye çalışıyordu.

Bir gün;

"Kim bu cennet vatan uğruna olmaz ki fedâ?

Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!"

 

diye şiirin varabileceği en yüksek söyleyişiyle terennüm ettiği vatan mısralarını işte böyle derin bir görüş ve duyuş neticesinde söyledi.

Vatan savunması için canla başla çalışan insanlara moral vermiştir.

İstiklâl Marşı İstiklâl savaşı yapan Türk Milletine yakışacak kadar güzeldi. Şair bu marşın mısralarında artık Türklükle iftihar ediyordu. Türk bayrağındaki hilale

"Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celâl?"

diye sitem edişinde veya;

"Ebediyen sana yok, ırkıma yok İzmihlâl"

Diye haykırışında, böyle ölmez eserler haline konulan hadise Türkün istiklâliydi.

İstiklâl marşımızda milletimizin karakteri en güzel şekilde özetlenmiştir. Atatürk'ün "Hürriyet ve İstiklâl benim karakterimdir" sözü, "Ben ezelden beri hür yaşadım, hür yaşarım" şeklinde milletimizin karakteri olarak ön plana çıkarılmıştır.

Akif'in şiiri, Türk Milletinin inanmış bir şairinden bu kadar güzel bir istiklâl marşına sahip oluşu karşısında şaşıranları kıskandıracak kadar güzeldir.

Her dilin bir takım söz ve söyleyiş incelikleri, dillerin dehasından asırlarca işlenmiş, olmasından doğan ifade sırları vardır.

İstiklâl Marşı Türkçe'nin bütün inceliklerini bilen bir şair tarafından tam bir lisan ve vicdan sağlamlığı içinde söylenmiştir. İşte bu incelikleri bilmeyenler bu marşı tam olarak anlayamazlar.

İstiklâl Marşının açıklanmasında özellikle itiraz gören şu noktalar üzerinde durmak faydalı olacaktır.

İstiklâl Marşımızın ilk mısrasındaki KORKMA! ve ŞAFAK kelimeleri şu anlamlarda kullanılmıştır. Şafak burada alışıla gelmiş anlamı olan güneş doğmadan önce ufukta görülen kırmızılık anlamına değil, bunun tam aksine güneş battıktan sonra ufukta kalan kırmızı renk yani gurup anlamındadır.

İstiklâl mücadelesinin başlarında duyulan ıstırap sonsuzdu, millet kan ağlıyordu. Bakışlar nerede bir al renk görse şiddetle ürperiyor, her al renk her vatan evladında Türk bayrağını hatırlatıyor ve bayrağından, geleceğinden endişe duyuyordu.

O günlerde İzmir gitmiş, Bursa düşmüş, Afyon kaybedilmiş, Düşman Anadolu içerisinde ilerliyordu.

Acaba bütün Balkanlarda, Kafkaslarda ve dünkü vatanımızın daha nice ülkelerinde olduğu gibi bu bayrak Anadolu'da da bir gün sönecek miydi?

Bir milletin bütün gönülleri bu en büyük sıkıntı içindeyken yurtta yine akşamlar oluyordu, yine ufuklarda bayrak rengi yanıyor ve sonra sönüyordu. Bir grup ufkuna bakan gözler önce hiç sönmeyecek sanılan bu al renk tufanlar, kısa zamanda yok olup yerini karanlıklar sarınca, ister istemez aynı sızıyı duyuyordu:

Acaba al bayrağın sonu da böylece sönmek miydi? İşte Akif'in İstiklâl Marşında yükselen sesi, vatan semalarında böyle bir zamanda gürledi.

Bu ufukları kaplayan bu al renk sönebilir sönecektir. Fakat senin, rengini şafak renginden alan al sancağın SÖNMEZ! Çünkü sönmemesi için kanının son damlasını vermekten çekinmeyen büyük milleti onun arkasındadır. O, sönmez çünkü onun sönmesi için bu yurdun üzerinde tek bir ocak, tek bir Türk kalmayıncaya kadar bu milletin millet halinde ölmesi lazım gelir, bu da mümkün değildir.

Burada ŞAFAK kelimesinin gurup anlamını değerlendiren anahtar kelime sönmektir. Çünkü ancak akşam şafağı, gittikçe söner sabah şafağı ise gittikçe aydınlanır. Akif gibi dilin bütün inceliğini ve tarihini bilen büyük bir dil ustasının hiçbir kelimeyi gelişi güzel kullanmayacağını düşünmek lazımdır.

İstiklâl Marşında böyle derin düşünmeyi icap ettiren bir hayli kelime vardır. Yanlış anlaşılan önemli sözlerden ikisi de ulusun! Ve medeniyet kelimeleridir.

"Garbın afâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var!

Ulusun! Korkma nasıl böyle bir imânı boğar

Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar."

Buradaki ULUSUN! Sözü tek dişi kalmış Canavar ile izâh edilecektir. Bu tek dişi kalan canavar istediği kadar ulusun dursun böyle bir imanı boğamayacaktır; anlamındadır. Medeniyet'in canavar ile karşılaştırılması da sebepsiz değildir. Buradaki mecazi söyleyişte derin bir ıstırabın acı sızıları vardır. O yıllarda İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan işgali altındaki Türk illerinin yaşadığı ıstırabı, hatırlatmak, hele Yunanlıların; "Biz Türkiye' ye medeniyet götürüyoruz" diye dünya ölçüsünde yarattıkları yaygarayı duymak… Çanakkale'de yenemedikleri Türk kudretini müttefiklerimizin mağlup olmalarıyla yendiklerini sanan işgal kuvvetlerinin medeniyetleri kadar, Anadolu'da yapmadık zulüm ve vahşet bırakmayan "Yunan Medeniyeti" için de Akif'in kullandığı canavar sözü hatta acı bir alaydır.

İstiklâl Marşı'nın ilk mısrasında şafak, akşam kızıllığı anlamında ise de bu kelime, aynı marşın son kıtasında, bu sefer, sabah pembeliği ve gittikçe ağaran şafak anlamındadır.

Böylelikle şair, İstiklâl Harbi'nin başlangıcında al rengin gurubu ihtimaliyle muzdarip gönüllere cesaret verir; ikinci kullanışta ise onun bir sabah şafağı gibi parlayışındaki neşeyi bir müjde gibi söyler. Şu demek ki bu şiir, büyük bir imânın dörtlüklerle kuvvetlenmesi ve en kuvvetli mısralarla sona ermesi şeklinde, yüksek bir kompozisyondur:

Dalgalan sende şafaklar gibi ey şanlı hilâl!

Olsun artık dökülen kanlarını hepsi helal,

Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl

Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;

Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl

diyen coşkuyu günümüzde de aynen hissetmekteyiz.

Doğduğumdan beridir aşıkım istiklâle

Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle

Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum?

Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum

diyen Akif 1873-1936 yılları arasındaki 63 yıllık ömrü içinde I. Ve II. Meşrutiyetin ilanı, İttihat ve Terakki'nin örgütlenmesi, nihayet iktidarı, II. Abdülhamit dönemi, çöken bir imparatorluk, Birinci Dünya Savaşı, İstiklâl Savaşı, modernleşme yolunda atılan adımlar gibi bir çok önemli gelişmeye şahitlik etmiştir. 1918'de Mondros Mütarekesi imzalanırken Akif 45 yaşındaydı.

Bir şair, yazar ve düşünürün adım adım gerileyen bir imparatorluğun acılı coğrafyasında kendi kariyerini inşa etmesi trajik bir olaydır. Çünkü her fert nihai noktada kendi kendine odaklanarak kimi teselli unsurları bulabilir; ancak şairler ve yazarlar temsil ettiklerini düşündükleri bir kolektif irade adına davranırlar, onun adına yaşarlar, soluk alırlar ve onların endişeleri de ümitleri de, tesellileri de kolektif plandaki gelişmelere bağlı olarak kalır. Nitekim Ersoy'un tüm yazılarında ve şiirlerinde derin, insanın içine işleyen bir hüzün vardır. Şiirlerindeki kahramanlığın, kurtarıcılığın, ümidin dile geldiği satırlar dahi, tam da bunları ortaya çıkartan gerçekleri de yankılayarak var olurlar.

Akif, temeli Tanzimat öncesine de giden, ancak daha kapsamlı bir proje olarak Tanzimat'la başlayan modernleşme girişimlerinin genel atmosferi içinde doğmuştur. Annesi Emine Şerife Hanım, babası Mehmet Tahir Efendi'dir. İlk eğitimine Fatih civarındaki Emir Buhari mahalle mektebinde başlar.Dört yaşındadır.İki sene burada okur,sonra Maarif Nezareti'ne bağlı okula gelir. Üç yıl bu okula devam eder, bu arada babasından Arapça öğrenir. Bundan sonra Fatih Merkez Rüştiyesine gider. Buradaki eğitiminde Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızcaya ilgi gösterir.

Rüştiyeyi bitirince Mülkiyeye gitmek ister, ilk kısmı olan üç yıllık idadiyi bitirir, iki yıllık ali kısmına geçtiğinde babası vefat eder, bir yangında evleri yanar, tam da bu sırada açılmış olan "Mülkiye Baytar Mektebi" hakkında "Bu mektep yenidir, çıkanlara memuriyet verilecektir" şayiaları üzerine, baytar mektebine geçer ve dört yıl içinde burayı birincilikle bitirir. 1893'ten 1913'e kadar memuriyette bulunur.

Her zaman yazı ve şiirle iç içe yaşayan Akif'in kamuoyunun önüne çıkması II. Meşrutiyetin ilanıyla birliktedir. Şiirlerini, makalelerini Sıratı Müstakim'de yayınlamaya başlar.

Akif'in Mısır'a Arabistan'a, Lübnan'a, Almanya'ya seyahatleri olmuştur. Bu seyahatlerin ilham ve intibalarıyla yazılmış manzumeleri vardır.

İhtiyar amcanı dinler misin oğlum

Ne büyük söyle, ne çok söyle, yiğit işte gerek

Lafı bol, karnı geniş soyları taklit etme,

Sözü sağlam, özü sağlam, adam ol, ırkına çek

diyen Akif'i bir kez daha rahmetle anıyoruz.

Doç. Dr. Meşküre Yılmaz

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display