< < Milli İrade ve Sivil Din Fenomeni


Milli İrade ve Sivil Din Fenomeni

Vatandaşların seçim sonucuna gösterdiği “rıza”, soyut milli iradeye itaat ve sosyal itikat yoluyla organik toplumun üretiminde kavramsallaşmaktadır. İlahi irade “resul” tayin ederek bireyi yüceltmiş ancak milli irade “vekiller” velayetinde egemenliğin asli öznesini uysal bir organ haline dönüştürmeye çalışmaktadır.                 

Milli irade, belirli ritüellere uygun bir şekilde vekâletini, aritmetik genel oy toplamı ile dönemsel olarak vermektedir. Devamında; her tür hukuki, iktisadi ve kamusal eylem, söylem ve düzenlemeleri aklayan, “anlam politikaları”nın meşruiyet teneşiri olarak tarihe gömdürmektedir. Çoğunluğun azınlık tahakkümüne tesliminde yatan kurgu bu kavramda vücut bulmaktadır. Neticede seçim ortamı doğru ve gerçek arasında içsel çatışmanın yaşandığı mahallerdir. Seçimlerde ortaya çıkan herkesin iradesi, tikelliklerin toplamından ibarettir.[1]

Descartes açık ve seçik fikirlerimizin “doğru” olduğunu tasdik ederken, seçik olduklarını düşündüğümüz fikirlerin hangileri olduğunu belirlemede bir güçlük olduğunu kabul etmektedir.“Çok içten ve çok güçlü bir kesinlik duygusuna sahip olabilirim, ama yanılabilirim.” Çoğu kez tutkular, önyargılar, gelenekler sahte apaçıklıklar verir. En bildiğimiz, en alışık olduğumuz görüşleri açık ve seçik şeyler olarak alma eğilimindeyizdir.” Jung, "Bağnazlık, şüphenin aşırı telafisidir"(…) Yüreğin yaşamış olduğu bir "evet"e, zihnin gücüyle "hayır" demek çok zordur.” demektedir. Albert Bayet’nin vurguladığı gibi, "Fazla apaçık fikirler, çoğunlukla ölü fikirlerdir. Buna karşılık yeni, devrimci fikirler kendilerini güç kabul ettirirler.”[2]. Buradan hareketle yapılan tercihler ulvi değil insani eğilimler olarak malul doğabilmektedir. Tikel tercihlerin toplamından ibaret olan sonuçlar da genel iradeye evirilip malul duruma getirilebilmektedir.

“Modern Devlet teorisindeki tüm mühim kavramlar sekülerleştirilmiş teolojik kavramlardır.”[3] Schmitt bunun hem tarihsel hem de sistemsel ve kavramsal açıdan doğru olduğunu vurgular. Ortaçağ Hristiyanlığının kadir-i mutlak Tanrı’sı, kadir-i mutlak Monark olur. (Örn. Hobbes’un Leviathan’ındaki “Fani Tanrı”). 1762’ye gelindiğinde, Toplum Sözleşmesi’nde, genel irade halkın iradesine dönüştürülmüş ve egemenlik meselesi ilahilikten yurttaşlığa tercüme edilmiştir. Bu da Rousseau’nun genel iradenin, tıpkı ilahi irade gibi, yanılamayacağına niçin inandığını açıklar. Bu elbette halkın iradesinin erdemli olmasını ve ona karşı çıkanların kötü diyenitelendirilerek meşru bir şekilde bertaraf edilebilmelerini beraberinde getirir.[4]Türkiye sürümü Milli İrade şeklindedir. Gerçekte Rousseau temsil fikrine karşı olmasına rağmen, bu muğlaklıkta toplumun kendisi için uygun olan “ortak iyi” ye doğru olarak karar veremeyeceğinden; o kararın toplumun iradesini temsil eden “aydınlanmış kişilerce” alınmasını zorunlu ve meşru gören bir anlayış geliştirmiştir. Bu doğrultuda “genel irade” (volontégénérale), sanıldığı gibi çoğunluğun iradesi anlamında kullanılmamış, tersine, çoğunluğun yetersizliği ihtimali gözetilerek, söz konusu yetersizliği telafi edici seçkinci-otorite bir meta-temsil şeklinde formüle edilmiştir[5].

Schmitt aynı bağlamda “demokraside yurttaş kendi iradesine karşı gelen yasalara da rıza gösterir çünkü yasa volonté générale’dir (genel irade) ve bu da özgür yurttaşın iradesidir. Böylece yurttaş aslında hiçbir zaman somut bir içeriğe rıza göstermez.” demektedir. Soyut olarak genel irade olarak adlandırılan bir oylamanın sonucuna rıza göstermektedir. Jakoben mantıkla azınlığın çoğunluğa hâkimiyeti de haklı gösterilebilir, üstelik demokrasiye dayanarak. Böylece demokrasinin özü, yani yasa ile halk iradesinin özdeş olduğu yolundaki iddia da bu arada korunmuş olur.[6]

Vatandaşın seçim sonucuna gösterdiği “rıza”, somut içeriği kendisine sorulmayan ancak sonuçları başta can güvenliği dâhil olmak üzere yaşam biçimini ve varlığını değiştirecek tüm yasal gelişmelere atıfla kurulan soyut bir irade ilişkisi çerçevesinde “itaate” dönüştürülmektedir. Kamu hizmetleri rejiminden yolsuzluk suçlamalarına, iş yasalarına kadar gündemleştirilen ve gerçekleştirilen yasama işleminde mutlak rıza sahibi kabul edilmekte ve bu durum kutsanmaktadır. Bu vesileyle çoğunluk, azınlığın dayatılan eğilimine boyun eğmekte, farklı kamuların “sivil dinî kabullerine” itaate zorlanmaktadır. Bentham’ın “Parlamentoda fikirler buluşur, fikirlerin teması kıvılcımlar oluşturur ve aydınlığa kavuşturur” ilkesi dönüştürülerek parlamento “rakibi neyin gerçek veya adil konusunda ikna etmek değil, hükmedebilmek için çoğunluk elde etmek” mekânı haline gelmiştir[7].

J. Ranciéresiyasal düşünüm ve eylemin güncel çıkmazının, siyasetin, bir cemaate özgü söylem ile özdeşleştirilmesinden ileri geldiğini ileri sürmektedir. Ranciére göre bu küçük veya büyük bir cemaat olabilir. Söz konusu özdeşleştirme, hükümet ilkesinin –evrensel sıfatıyla, yasa sıfatıyla, ya da hukuk devleti sıfatıyla- cemaate has olanla özdeşleştirilmesi olabilmektedir[8]. Critchley siyaset sanatını “siyasi bünye” ye hayat verecek suni bir ruhla dolu, suni bir insan kurgusu” olarak tanımlamaktadır[9].Cemaatler bedene bu ruhu kendilerince üflemektedir. Bu suni ruh ontolojik olarak “sivil din” de karşılık bulmaktadır.

W. M. McClay sivil dini, “belirli siyasal ve sosyal düzenlemelere kutsal bir “aura” yükleyerek bunların itibarlarını arttıran ve kalıcılığını sağlayan bir olgu” olarak tanımlamakta, “bir ulusun paylaşılan inancı için referans noktası”olarak değerlendirmektedir[10].  Sivil din, bir toplumu bir arada tutan sosyal tutkala, yerleşmiş semboller, merasimler, kutlamalar, mekânlar ve değerler manzumesi ile büyük bir katkıda bulunurken, günümüzde ulusal yapının çözülmesi ile siyasallaşan cemaatlerin/toplulukların meşruiyet üretimine katkı sağlamakta, etik, estetik, ahlaki ve siyasal özgül ölçütler üretmektedir.

Kavram ilk defa halkın yöneticilerine bağlılığını sağlamlaştırıcı bir unsur olarak, Jean-Jacques Rousseau’nun tarafından “Toplumsal Sözleşme” kitabında kullanılmıştır. Temelinde din olmayan hiçbir devlet kurulamadığı ve doğası gereği Hıristiyan yasasının gerçekte devletin güçlü yapısına yaralı değil zararlı olduğunu düşünen Rousseau, Hıristiyanlığın yerine bilinçli olarak “tamamen medeni/sivil bir inanç sisteminin” benimsenmesini bir çözüm olarak görmüştür. Bu tasarım “tam olarak dinsel dogmalar anlamında değil de, öznesi yönetici tarafından belirlenecek, insanoğlunun iyi bir yurttaş ya da sadık bir kul olabilmesini sağlayan sosyal duyarlılıklar” üzerine kuruludur.[11] Dinin bu şekliyle tüm ulvi niteliğini kaybederek yansıttığı cemaatin ve kültürün kutsanması haline dönüşmekte olduğu eleştirisi W. Herberg’den gelmiş, kavramı “kültür ve toplumu herhangi bir yargılamaya tabii tutmadan muteber kıldığı için iflah olamaz bir putperestlik” olarak değerlendirmiştir. Ancak sırf şahsi çıkarların yönlendirmiş olduğu vahşi bireyciliğin aşılarak “ortak iyi” oluşturulması, toplumun inşası için sosyal tutkallara ihtiyaç göstermektedir. Bu da sosyal politikalara “ruhani zorunluluklar” katılmasına -Anlam Politikaları-nı ortaya çıkarmıştır.

J. Goldberg “anlam politikaları”nın son elli yıldır Amerikalı politikacılar tarafında ortaya konulmuş olan en kapsamlı totaliter politika kavramı olduğunu öne sürmektedir[12]. Totaliterlik kavramını insan durumunu aşma ve bir toplum yaratma araştırması tarihi olarak pejoratif yaklaşım dışı özgün anlamı ile ele alan Goldberg, Mussolini’in bu kavramı kullanırken zalim değil, herkese karşı iyi davranılan ve herkesin katkısı olan insani bir toplumu tanımlamak istediğini öne sürer. Mussolini her sınıf insanın, her bireyin bir bütünün parçası olduğu organik bir yapıyı -totali- ifade etmektedir[13]. Hillary Clinton’ın 1993 yılında dile getirdiği anlam politikaları yaklaşımında; Amerika’da “ruhani kriz” yaşandığını ve her bireye anlam ve güvenilirlik kazandıracak yeni bir topluma ulaşma gerekliliğini ifade etmektedir. Anlam politikalarına göre tüm toplum kurumları devletin etrafına dizilmiştir. Her birey sadece kendisini değil çevresindeki insanların da ideolojik saflığını devam ettirmek sorumluluğunu taşır[14]. Politikalara ya da siyasete tekrar kazandırılmaya çalışılan “anlam”, geçen yüzyılda sekülerleşen siyasete ruhaniyet kazandırmak olarak yansımaktadır. Türkiye sürümünde “fıtrat” terimi ayrı bir önem taşımaktadır.

Post-metafizik olduğu söylenen seküler bir çağdan, siyasi eylemin doğrudan doğruya metafizik çatışmadan doğuyor gibi göründüğü yeni bir duruma bir şekilde geçmiş görünüyoruz. Bu durum ölümcül sonuçları olan üçlü iç içe geçişle ifade edilebilmektedir. Bunu S. Critchley şu şekilde ortaya koymaktadır: Siyaset, din ve tepe noktasında şiddet[15]. Siyasal alanda ortaya çıkan “kamu”lar kulak verdikleri otoritenin tasarrufunda güç, menfaat, meşruiyet ve şiddet alanında etik ve normatif ayrışma yaşamakta, “evet-hayır”, “doğru ve yanlış” sivil dinlerce şekillenmektedir. Ekonomik istismarla, sağlığı bozacak şartlarda çalıştırmak kimine göre mobbing, kimine göre dolaylı şiddet, kimine göre ise fıtrat’tır.

SONUÇ

“Demokrasi halkı pohpohlayan demagogos’lar doğurmaktadır” ve ““(…) Onlar, kenti limanlarla, tersanelerle, surlarla, vergilerle daha başka şeylerle öylesine doldurdular ki, doğruluk ve ölçülülük için yer bırakmadılar”Platon.[16]

 


[1]Critchley, S. İmansızların İmanı,Siyasal Teoloji Deneyleri, İstanbul, Metis 2013, s.51

[2]. Felsefe 2002, düz. Bumin, T. Ankara, TÜSİAD-T/2002/12-338, s. 48, 75

[3]Schmitt, C. Siyasi İlahiyat: Egemenlik Kuramı Üzerine Dört Bölüm, Ankara, Dost 2002, s. 36.

[4]Critchley. s.113-114.

[5]Sarıbay A. Y. Demokrasinin Sosyolojisi,  Ankara, Sentez 2013, 3.bs, s.23.

[6]Schmitt, C. Parlamenter Demokrasinin Krizi, .Çev. E. Zeybekoğlu, Dost, Ankara, 2010, 2.bs. s. 41-42.

[7]Schmitt, 2010, s. 22,23.

[8]Jaques Ranciére, Siyasalın Kıyısında, Çev. A.U. Kılıç, İstanbul, Metis 2007, s. 71.

[9]Critchley, s. 43

[10]McClayW.M. Bir Ulusun Ruhu, Public Interest, İlkbahar 2004, s. 4http://photos.state.gov/ libraries/turkey/ 231771/PDFs/mcclay.pdf(13.09.2013).

[11]Jean Jacqes Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Çev. Vedat Günyol, (3.b) İstanbul, İş Bankası Yy. 2013, 3. Kitap, 15. Böl. 2. Fasıl,  s.129,130.

[12]Goldberg J. Liberal Faşizm, çev. E. Günsel, İstanbul, Pegasus 2010, s.337.

[13]A.g.e. s. 87

[14]A.g.e. s.340

[15]Critchley, S. s.16

[16] Platon, Gorgias, 518 d-e.

 

Son ekleyen 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Editörü

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...

Error: No articles to display