< < Tek Küresel Medeniyet İddiası ve Milli Kültür


Tek Küresel Medeniyet İddiası ve Milli Kültür

Yazan  10 Haziran 2013
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü tarafından 06.04.2013 tarihinde gerçekleştirilen Küreselleşme ve Ulus Devlet Konulu Toplantının Deşifre Metni - Konuşmacı: Doç. Dr. Mehmet Akif Okur

Mehmet Akif Okur:

Küreselleşme birçok boyutuyla tartışılıyor. Birçok boyutu var anacak hocamın (Şengül Hablemitoğlu) anlattığı meselelerin bir başka boyutuna dikkat çekmek istiyorum. O da şu; biz 1928’deki büyük yenilgiden itibaren mağlup bir medeniyetin çocukları olarak batıyla karşılaşmamızda kültür ve kimlik sorunlarını zaten yaşıyoruz. Tanzimat düalizmi dediğimiz, Araba Sevdalarından başlayarak günümüze kadar gelen bir mesele. O yüzden Türkü hatırlamak istiyorsak, Türk nasıldı, dostu düşmanı kimdi? Bunun için büyük yenilgiden öncesine bakmamız lazım.

Kısa bir metin okuyacağım 1480 tarihli Saltukname adlı bir kitaptan. Sarı Saltuk ki Anadolu’nun muhtelif yerlerinde de adını duyarsınız. Balkanlar’dan Kırım’a kadar mezarı vardır. Neşeli hikâyeleri olan bir destan kahramanı. Operasyonları bittikten sonra kimliğini açık ediyor, Hıristiyanları toplamış ve onlara: “ey kâfirler! Biz Allah Teâla emriyle muti kullarız. Siz dahi uyursunuz. Bize şöyle emrolunmuştur kim gün batısında dahi sizi koymayız. Ve her Türk kim anasından doğar sizinle düşmandır. Kurt koyunla nice dost olursa şöyledir.” demiştir. 18. Yüzyıla geliyorsunuz, bir başka metin çıkıyor karşımıza. Artık temaslar farklılaşmaya başlamış, gücünün zirvesinde olduğunu hisseden Türk kendi içerisinde farklılaşmaya başlamıştır. İstanbul’a dair bir risale-i garibe. Hayati Develi bunu hazırladı. Oradan sosyal hayata ilişkin bir pasaj okuyacağım. Türk sosyal hayattan şikayet ediyor. Diyor ki: “ ve bayram günü giyinip kuşanıp meyhaneye varıp şarap içen ve kefereyi taklit eden dinsizler ve kefere gördükçe Türkçe bilirken kendi lisaniyle söyleşen pelitler ve kâfir ile alışveriş ederken canım diyen canı çıkasılar ve kâfir evine varıp, keferece selam verenler ve kâfir geldikte selam verdikte selam alanlar…” bir Osmanlı efendisi değişen husus hakkında şikâyetlerini dile getirmiş. Bir de 19. Yüzyılda Avrupa’ya giden Türkleri nasıl görüyorlar. Ona bakalım, diyor ki: “yabancı ülkelerde Londra, Paris ve Viyana’dan ülkelerine dönen Jön Türkler zarafet kazanmışlardır. Artık mesh giymezler ve son derece akıcı bir biçimde İngilizce, Fransızca ya da Almanca konuşabilirler. Şarap içer, Ramazanda sigara tüttürürler. Kötü birer vatandaş olmuşlardır ve inançlarını kaybetmişlerdir. Onlara gâvur denir ve toplumdan dışlanırlar. Ne zaman ki bu başıbozukluk kendilerine ağır gelmeye başlar bir bakarsınız ki kendi ülkelerinin alışkanlıklarına yavaş yavaş dönmüşler. Yanlarında taşıdıkları sahte Avrupa yaldızı gitgide dökülür ve bir kez daha her zamankinden daha koyu bir Türk olurlar ve Avrupalı fikirlere genellikle ötekilerden daha düşmanca yaklaşırlar.” Şimdi bizim batıyla olan milli kültür meselesi eski bir mesele. Küreselleşmeye biz milli kültürümüzü iğdiş ettikten sonra yakalandık. O yüzden bizim kuşaklarımız Hint meditasyonu da yapar, takla da atar, başka şey de yapar. Devletimizin de bu süreç içerisinde ciddi hataları var. Biz Türk milliyetçiliğinin doğuş döneminde Gökalp’in esasları doğrultusunda bir modernleşme dönemi de yaşamadık. O yüzden bugün bazı şeylere maruz kalıyoruz. Şimdi burada küreselleşme nereye oturuyor? Küreselleşme gibi kelimeler, uluslararası ilişkilerde birer ontolojik haritayı ifade eden kelimeler olarak kullanıyoruz. Mesela o kelimeyi zikrettiğiniz zaman onun ardından ifade edeceğiniz olayları hep bir güçler denkleminin, aktöreler denkleminin içinden anlamanızı söyler. Bir bağlamı anlatır size. Küreselleşen dünya denildiğinde bu olayı şu parametreler etrafında düşün demek istemektedir. Ne demektir bu; belirli bir zaman diliminde hâkim güçler hangileri, devletler sistemi bakımından, devlet dışı güçler bakımından, ekonomik ilişkiler bakımından, kültür, sosyal hayat, iletişim, etkileşim… Bütün bunları özetleyen bir bağlam sunar size. Bu dengeler değişti zamanla ama zamana karşı da dirençlidirler. Bugünden yarına hemen değişmezler. İnsan yapısıdırlar, o yüzden belirli bir müddet zarfında değişirler. Küreselleşme tartışmalarını ben ikiye ayırıyorum. Bir tanesi hayatın maddesinde yaşanan somut değişim, ikincisi de bu değişimin belirli bir istikamette toplumları, devletler, dünya üzerindeki güç ilişkilerini dönüştürmeyi arzu eden küreselleşme. İlkini tarif ederken zaman ve mekân üzerinde yaşanan sıkışmayı benimsiyorum. Bu açıdan bakıldığında da aslında bu bir süreç ise bunun geçmişini çok uzun bir zamana doğru yayabiliyoruz. Mesela ilk defa birbiriyle irtibatlı bir dünya ekonomisi ne zaman ortaya çıktı? Beş bin yıl öncesinden başlayan bir süreç var. Yeni yapılan tarih çalışmaları Türkistan’ın dünya ekonomisinin kalbi olduğunu gösterdi. 1960-70’lere kadar batı tarihçileri tarafından yapılan çalışmalarda Türkistan yok sayılırdı. Fakat bu dünya sistemi tarihçileri bu paradigmayı değiştirdi. Dediler ki, tek tek Çin’le Bizans’la ekonominin olması önemli değil bunlar arasında irtibat varsa dünya ekonomisi vardır. Bunlar arasındaki irtibatta ancak Türkistan’da kuvvetli bir devlet kurulduğu zaman tesis edilebilmiştir. İpek yolu. Oradan tarihçinin gözü Orta Asya’ya döndü. Orta Asya dünya ekonomisinin atan kalbi olmaya başladı. Avrupa ekolcüleri, beş yüz yıllık coğrafi keşifleri ticari kapitalizm bağlamında ele aldılar. Fakat biz şunu biliyoruz, mesela Napolyon savaşları sırasında Napolyon’un ordusunun bir günde aldığı yolla, Roma’yı fethetmek için gelen Hannibal’ın ordularının bir günde aldığı mesafe arasında ciddi bir fark yoktu. Sanayi devrimi, buharlı makinalar, buharlı gemiler, telgrafın çekilmesi bu süreci hızlandıran rolü oynadılar. Mesela New York’tan Londra’ya haber göndereceksiniz, bu işlem buharlı gemilerden telgraftan önce asgari üç aylık bir zamanı alırdı. Bir kablonun döşenmesi bunu dakikalara indiriyor. Tabi arada muazzam bir fark yaşanıyor.

19. Yüzyıla baktığımızda İngiliz hâkimiyetinin zirve dönemi. Büyük sömürge imparatorlukları vardır. Ticaret çok sayıdaki küçük birim arasında değil de sömürge imparatorlukları arasında gerçekleşir. O yüzden ticaret hacminin arttığı bir dönem vardır. Büyük rakamlarla ticaretler yapılmıştır. Çok ciddi anlamda bir insan hareketliliği vardır. Avrupa’dan Amerika’ya göçler olmuştur. Ayrıca sömürge coğrafyalarına da göçler gerçekleşmiştir. O neden kimileri 19. Yüzyılın sonunu aslında ilk küreselleşme evresi olarak alırlar. Liberalizm bir iktisat politikası olarak yaygındır. Ancak biri birinden savaşır kopar ve I. Dünya Savaşı ile beraber bu sistem işlemez. Refah milliyetçi ekonomiler dediğimiz ulus devlet çatısı altında kapitalizmin ulusal aşamasının pekiştiği bir evreye girilir. II. Dünya savaşını yaşarız, II. Dünya Savaşı sonrası dönem Amerikan hegemonyası dönemidir. Hegemonyayı emperyalizm döneminden şöyle ayırmak mümkün; emperyalist dönem, doğrudan işgalle batı dışı coğrafyaların yönetilmeye çalışıldığı dönem. Bu dönemde pek çok batılı kurum, devlet sistemi, düşünce yaygınlık kazanmıştır dünyanın dört bir tarafında. Hegemonik dönem ise merkezinde bir büyük gücün yer aldığı, diğer güçlerin de doğrudan işgal aracılığıyla idare edilmediği ancak sistemin içerisindeki bir kısım ödüller, ilişkiler, ittifaklar sistemi vs. aracılığıyla, sistemin bir parçası haline getirildiği dönem. Soğuk savaş aslında bu dönemle karakterize edilmiştir. Amerika, hem uluslararası kurumları bu mantık içerisinde kuruyor hem de ittifak sistemlerini bu mantık içerisinde oluşturuyor. Burada Amerikan devletinin niteliğinden kaynaklanan bir özellikle karşılaşıyoruz.

Biz bunu özellikle Gramsci’nin devlet analizinde görürüz. Rusya’yla batılı devlet organizasyonunu karşılaştırırken anlatır. Der ki, Rusya’da devlet her şeydir, devlet zor aygıtına indirgenmiştir ve siz zor aygıtını ele geçirdiğiniz zaman, devleti ele geçirmiş olursunuz. Ama Avrupa’da devlet sivil toplumun içine gömülüdür. Devleti ele geçirmek için, sivil toplumda bir ikna mekanizması kurmalısınız, bir kültür oluşturmalısınız. Bunu eğitim yoluyla yaymalısınız, organik entelektüeller ideolojinizi anlatmalı, günlük olayları yorumlayarak toplum içerisinde ahenkle bir bütün oluşturmalısınız. Bundan sonra ancak devlete yürüyebilirsiniz. Aksi takdirde bir darbeyle bile devlet elinize geçse bile, sivil toplum sizi silkeleyecektir. Şimdi bu tahlil Amerikan devletine, Anglosakson tipi devlete özellikle uyar. Biz Amerika’ya baktığımızda, ilk dönem tartışmaları da öyledir sonraki dönemlere baktığımızda da, mesela bir daimi ordumuz olsun mu olmasın mı konusunu tartışırken, başkentini yaktırmış bir devlettir. Bundan sonraki süreçte de sürekli iş dünyasının, tüccarın, kapitalistin, sivil toplum dediğimiz alandaki güçlerin devletle sürekli iç içe oldukları ve bu iç çıkarların ardını dışarıda koruyan kollayan bir yapılanma karşımıza çıkıyor. Bizim bu topraklardaki geleneksel devlet algısıyla da örtüşen bir tarafı yok bu devlet modelinin. Bunun bir özelliği var o da şu; devletlerarası ilişki kurduğunuzda da aslında devletlerarası ilişki kurmazsınız. İlişkinin hemen ardında sivil toplumla sizin sivil toplumunuza nüfuz eden bir ilişki ağı kurulu olur. Ve bu ilişki ağı, devletlerarası ilişkilerin de garantisidir. Kriz de yaşasanız, çatışma da yaşasanız birbirinizden kopamazsınız. Çünkü birçok mekanizmayla bu çıkarlar, ticari ilişkiler, kültür ve sanat dairesini de kapsayan bir çok mekanizmayla size demirlemiş vaziyette olur. Adeta hegemon olmaya ilerleyen bir sivil toplumun, karşısına çıkan toplumları kendisine eklemleyerek ilerlemesini anlatan bir niteliği var.

Yakın dönemde bizim tartışmaya başladığımız küreselleşme, bu dinamiğin üzerine Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve buna paralel bir biçimde, bizim iletişim teknolojilerinde gördüğümüz hızlı gelişim, ekonomik sistem olarak 70’lerin krizinin ardından neoliberal, yani 19. Yüzyılın sonunda denenen ilkelerin bir başka versiyonunun, yeniden hayata geçirilmesi, Amerika’dan başlayarak gelen bir dönüşümü anlatıyor.  Aynı zamanda Sovyetlerin çöküşü de, küresel kapitalizmin mekan üzerinde de yayıldığı bir dönemin kapılarını bize açtı. Şimdi bu dönemin ilk evresi dediğimiz 90’lı yıllardaki süreç, tek kutupluluk diye adlandırdığımız bir dönemi de bize ifade ediyor. Burada hem Amerikan devlet gücünü, aynı zamanda da Amerika sivil toplumundan sivrilen küresel sermayenin, birbirleriyle belirli bir koordinasyon sistemi içerisinde yayıldıkları bir dönemi görmeye başlıyoruz. Bu süreç, dünyayı tek tipleştirme iddiası içeriyor. Bu tek tipleştirme iddiası da Anglosakson kökenli bir medeniyet algısının tek ve tekil evrensel medeniyet olarak dünya toplumlarına milletlerine aktarılmasını, aslında dayatılmasını anlatıyor. Tek dünya, tek medeniyet, tek küresel medeniyet iddiası.

- Kültür mü? Medeniyet mi?

Şöyle; kültür aynı zamanda o kültürden daha geniş bir şeyi ifade ediyor. Mesela Müslüman kalarak da katılabileceğiniz bir alan bu, bir dünya görüşü. O yüzden medeniyet ifadesini daha çok kullanıyorum. Bu aşamadan sonra, 90’ların ortasından sonra bu süreçte bir ayrışma yaşanmaya başlıyor. O ayrışma da şu; sürecin temel aktörleri Avrupa, Amerika ama daha çok Amerika merkezli, ancak bunların içerisinden bir kısmıyla Amerikan devlet gücü arasında bir ayrışma yaşanmaya başladığını görüyoruz. Mesela Clinton’lu yıllarda Bill Clinton’a yönelik olan eleştirilere baktığımız zaman bunu görüyoruz. Küreselleşmenin önünü açarak Amerika’nın gelecekte jeopolitik hasmı olacak olan ülkelerin, ekonomik bakımdan güçlenmelerine sebep olduğunu söylüyorlar.  Daha sonra Bush yönetiminde görev alacak olan yeni muhafazakârların eleştirilerinden bir tanesi; mesela diyorlar ki Çin’i dünya ekonomisine entegre ettiniz, ne oluyor? Buradan bir kısım Amerikalı iş adamları gidiyorlar, orada para kazanıyorlar. Para kazanıyorlar ama oraya kâr bırakıyorlar, vergi veriyorlar, teknoloji bırakıyorlar, beceri bırakıyorlar. Bütün bunları bıraktıklarında oradaki devlet güçleniyor ve güçlenen devlet, yarın bize Çin Denizi’ne girme diyecek, şuraya yaklaşma diyecek, ben de dünyada küresel oyuncuyum diyecek. O yüzden bir avuç dolar için Amerika’nın geleceğini sattın diye, bu üslupla, yürütülen tartışmalar olacak 90’ların sonunda.

 

- Peki, Çin’in, Dünya Ticaret Örgütü’ne girmesi bu anlamda bir geri kontrol mekanizması ortaya çıkarmıyor mu? Yani, bir milyar üç yüz yetmiş milyonluk bir nüfus ve bu nüfus ana kıtasını hiçbir zaman terk etmemiş bir ülke, dolayısıyla onun kontrolünde yeni bir kapı açmıyor mu sizce?

 

- Yok, açmaz. Çünkü karşınızda olan şey, bir kırk elli milyonluk devlet değil. Hızla yüzde on, yüzde on büyüyor. Milyarlık bir insan kitlesi, nükleer gücü var. Şuanda muazzam askeri harcamalar yapıyor. Mesela, uçak gemisi yaptım dediği anda, on tanesini birden kızağa koyabilecek kapasitede bir güç. Bu güç şunu düşünüyor; benim kazanmam için dünyaya mal satmam lazım. O yüzden ne derlerse desinler ben avantajlıyım. Zaman benim lehime işliyor. Yeter ki duvarları kapatıp beni pazarlardan dışlamasınlar. Mesela, Amerika’nın hisse senetlerini alıyor, karşılığında mal veriyor. Amerikalı ona dolar veriyor. Doları ne yapıyor? Amerikan ekonomisinde kullanamıyorsa, dünyanın dört bir tarafından maden satın alıyor. Bir ekonomi için temel girdiler nedir; hammaddeler. Latin Amerika’da petrol kuyusu alıyor, diğer tarafta başka bir şey yapıyor. O doların geçtiği bir yeryüzü var çünkü. Ve o yeryüzünde bir kriz çıktığında, doların değeri düşse bile elinde kalacak. Sonuçta insanların mal-mamul kullanmaya devam edecekleri bir alt yapı kuruyor.

Peki, ilk mantık nasıl kırılma yaşadı? Amerikan ulusalcılarıyla, küresel kozmopolit proje arasında bir ayrım yaşanmaya başladı 90’ların ortasında. Temeli de şu; kapitalist diyor ki, benim Amerikan ulus devletine de aidiyetim yok. Çünkü Amerikan devleti, krize girerse bana vergi koyar. Benim gidecek başka yerim olmazsa dünya üzerinde, onu tehdit edemem. O nedenle bir başka güçle, kapitalist ekonomik alan daha olsun ve ben Amerikan hükümeti ile pazarlık yapabileyim. O yüzden Çin’in yükselmesi, Amerikan devleti için bir jeopolitik sorun olsa da, Amerikan kökenli olmama rağmen ben; küresel kapitalist için gayet mutlu bir proje. Bu ayrışma yaşanmaya başladıktan sonra şunu görmeye başlıyoruz; Amerika dâhil tüm ulus devletler, küresel yönetim mekanizmaları tarafından oluşturulan bir kurumsal yapıya itaat etsin. En temel egemenlik fonksiyonlarıyla da ilgili. Ulusalcılar da diyorlar ki; biz istisna oluşturalım, dünyanın tamamı itaat etsin. Biz onları yönetelim. Kozmopolitler diyorlar ki; sen de benim için tehdit olabilirsin. O yüzden sen de itaat eder olmalısın. Mesela, savaşacak Amerika, Irak’ı işgal edecek. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin onayı olsun mu olmasın mı? Uç kısım, Birleşmiş Milletlerin batmasını istedi. Diğer taraftan da mesela, George Soros 2004 seçimlerinde Bush’un karşısında, onun tekrar seçilmemesi için en ciddi kampanyayı yürüten aktör oldu. Veya Avrupalılar örneği; onlar da küresel kozmopolit projeyi desteklediler. Çünkü Amerika’nın elini kolunu bağlayabilmenin tek yolu, Amerika’nın da içinden bir kısım güçlerin desteklediği proje aracılığıyla denetleyebilmek. Diğer türlü Amerika’nın askeri gücüne yetişmeye çalışırsanız, ciddi bir ekonomik refah kaybını göze almalısınız. Bu proje Bush ekibi ile beraber şunu gördü; dünya çok merkezliliğe doğru gidiyor. Ekonomik bakımdan ben rekabet edilir vaziyetteyim dediler.  Yani tek kutuplu bir dünyanın olmayacağını anladılar. Tek merkezli bir dünya olmayacak. O zaman ne yapmalıyım dediler, bu süreci mümkün olduğunca geciktirmeliyim. Küresel kozmopolitlerin değer aktarmasını önlemeliyim. Elimde başkalarının rekabet edemediği hangi aracım var; askeri gücüm var. O askeri gücü öyle bir yerde ve öyle bir biçimde kullanmalıyım ki diğer güçleri, tekrar merkezinde Amerikan ulus devletinin yer aldığı bir küresel düzen etrafında mümkün olduğunca uzun bir müddet tutabileyim. Irak’a giden yolda biz bu tartışmaların yapıldığını biliyoruz. Doğrudan bir ABD-Çin çatışmasının olamayacağını, Bush yönetimin ilk döneminde yaşanan uçak krizinden anlıyoruz. Bu strateji aynı zamanda Avrupalıları da hedef alan bir stratejiydi. 2000’lere gelindiğinde ir Avrupa ordusunun kurulması tartışması vardı. Sovyet tehdidi ortadan kalktığı için, Avrupalılar kendilerini Amerikan egemenlik alanının da dışına taşabileceklerini düşünüyorlardı. Sovyetler dağılır dağılmaz Avronun piyasa çıkması da yine bununla bağlantılı bir süreç. Beş yüz milyonluk bir pazar ile Amerika’yı da dengeleyecek kendi içinde bir proje. Hepsinin bağımlı olduğu yer Ortadoğu. Ve gerektiğinde küresel kurumların hiçbirini dinlemeyen bir Amerika var. Amerika geleneksel müttefiklerinin esiri değil. O dönemdeki Amerikan ulusalcılarının jargonu bu; biz gerekirse her şeye sıfırdan başlarız, kendimize müttefikler buluruz. Dünya düzeninin mihveri, ekseni biziz. Siz tek başınıza hiçbir şey yapamazsınız.

Sonuçta yeni düzenden pay almak için tekrar Amerika’nın yanına yaklaşacaksınız. Yani Irak’a ateş edip, dünyanın pek çok tarafından ses getirme arayışıydı bu. Fakat sekiz sene boyunca gelişen olayla baktığımıza işler umulduğu gibi gitmedi. Irak işgali Amerikalıların arzuladığı tarzda sonlanmadı. Şöyle bir şey düşünüyorlardı; Amerikan egemenlik sistemi, kritik coğrafyalarda Amerika’nın suretinde yeniden yapılandırılmış yeniden kurulmuş güçlü devletlere dayanır. Mesela, Avrupa. Çok hayati, kritik bir coğrafyadır. Avrupa’da II. Dünya savaşından sonra Almanya, Nazilerden arındırılma süreci ve onun ardından neredeyse sıfırdan başlayan bir devlet kurma süreciyle birlikte öyle bir hale gelmiştir ki, tüm soğuk savaş boyunca, tabi günümüze kadar, Amerika’nın Avrupa stratejisi söz konu olduğunda hep temel unsur olarak, Kıta Avrupası’nda Almanya’yı görmüştür. Uzak doğuda Japonya, aynı biçimde Amerika’nın yeniden yapılandırdığı bir yerdir. Ortadoğu’da da Irak. Irak’ın altında petrol zenginlikleri var, Ortadoğu’nun bir özetini oluşturuyor; Sünni’si, Şii’si, Türkmen’i, Kürt’ü. Burada yeniden yapılandırılacak, petrol refahı yüzünden de Ortadoğu’da paralayacak bir unsur olarak diğer bölgelerin karşısına çıkacaktı. Hegemonik sisteme yani klasik mantığa, ulus devlet merkezli Amerikan hegemonyasına bu bölge üzerinden eklemlenecekti. Fakat bunlar tutmadı. Direniş çıktı, iç savaş çıktı, işgalin maliyetleri tahmin ettiklerinin çok çok üzerinde oldu, işgali sürdürebilmek için içeride izlenen ekonomik program bir kriz yarattı. Şimdi Amerikan toplumuna diyorsunuz ki, sen savunma savaşı yapmıyorsun. Uzak bir yerde sömürü savaşı yapıyorsun. Buna karşı bir politik protesto hareketi olmaması için şunları yapmalısınız; vatandaşın canını istememelisiniz, malını istememelisiniz, üstüne üstlük bir de zenginleştiğini hissettirmelisiniz. Bir taraftan da savaş yapıp çok para harcayacaksınız. Bu sihirbazlık. Sihirbazlığı da şöyle yaptılar; ucuz ithalatın önünü daha çok açtılar, mourgeacları herkese dağıttılar ve Amerikan devleti müdahale etmedi. Böylelikle savaşı, içeride herhangi bir muhalefet olmaksızın sürdürdü. Sürdürdü ama hem ülkeyi stabilize edemediler hem de bu birikim içeride bir krizi tetikledi. 2008’de Obama geldiğinde karşısında şöyle bir fotoğraf buldu; Amerikan düşmanları, bu süreçte daha hızlı bir biçimde Amerika’ya rakip olmaya başladılar. Mesela, 2000’lerin başında Çinli imajı çok kötüydü; sürekli insanları infaz eden, katleden bir Çin imajı vardı. Amerika Irak’a girdi, Ebu Gureyb fotoğrafları, işkence vs. mesela, Ortadoğu’da demokrasi diyen herkes Amerikan yandaşlığı ile yaftalanmaya başladı. Böyle bir durumda etkisinin artması beklerken etkisinin azaldığı bir döneme girdi Amerika. Ekonomik bakımdan yıprandı. Bush’un elindeki ekonomik imkânlarla Obama’nın elindeki ekonomik imkanlar arasında muazzam bir fark vardı. Amerika Irak’a girdiğinde, petrol fiyatları 20 dolar mertebesinde idi, bugün ise 100 dolar mertebesinde. Bu, Amerika’nın düşmanlarına kazandırıyor. Yüksek petrol fiyatları sayesinde Rusya kendini toparladı. İran’la olan didişmenin petrolle ilgili boyutları var. Ve karşımıza ilginç bir denklem çıktı küreselleşmenin aktörleri bakımından. Mesela 97-98 kriziyle, 2008’deki kriz arasındaki değişime baktığımızda bu değişimi görebiliyoruz. 98’de parası olan batılı firmalardı, kriz yaşayan Asya’ydı. 2008’de kriz batıyı vurdu. Bu sefer devlet kapitalistleri, egemen devlet fonları üzerinden devletleştirme yapmaya başladılar. Mesela, 90’ların bizdeki popüler kavramı özelleştirmedir.  2008 krizinde ise iki bölgede ciddi nakit para vardı; biri Körfez sermayesi, diğeri de Uzakdoğu-Çin. Bunlar birer devlet fonu kurdular ve bu devlet fonu ile gidip Amerika’dan özel şirket satın almaya başladılar. Denizaşırı devletleştirme dediğimiz, devlet kapitalizmi üzerinden yeni bir kavram sistemin içerisine girdi. Eski medeniyet havzalarının canlandığı dönem. Neyi kastediyorum? 1914’de dar tarihi ekonomik istatistiklere baktığımızda bu tarihteki dünya üzerindeki, sanayi üretiminin yüzde doksan beşinin Amerika veyahut Avrupa tarafından yapıldığını anlıyoruz. Biz, Çinliler, Afrikalılar, insanlığın kalan kısmı ancak yüzde beş üretiyor. Yine 1914’te dünyanın doğrudan batılılar tarafından yönetilen coğrafyasına bakıldığında yüzde seksen yedilik bir oran ortaya çıkıyor. 1918’de Osmanlı Devleti de dağılıyor, bu oran yüzde doksanlara çıkıyor. Bunun anlamı şudur; insanlık tarihinde güç, hiçbir zaman bir medeniyetin elinde bu kadar toplanmamıştı. Tarihin rakkası bu tarihten sonra tersine dönmeye başlar, mesela 2004’te otuz iki tane gelişmekte olan ülke, dünya gayri safi milli hasılasının yarısından fazlasını üretti. Bu süreç, bu minval üzerinde ilerlemeye devam ediyor. Ben bu evreyi de küreselleşme sonrası dönem olarak adlandırıyorum. Post-küresel çağa girdik biz. Artık tek kutupluluk, Amerika çok önemli bir güç, belirleyici vs. ama alttan işleyen ekonomik dinamikler, sosyal dinamikler, siyasal dinamikler bu dünyayı çok merkezli hale getiriyor. Sınırların şeffaflığından bahsediyoruz ama şu anda insanlık tarihi boyunca en iyi denetlenen sınır sistemleri ile karşı karşıyayız. Mesela, Meksika Texas sınırı kadar sıkı bir biçimde örülmüş bir sınır ulus devletlerin zirve çağında bile yoktu. Daha sonra Amerikan devleti o kadar çok şirket satın aldı ki, 2009’da ciddi dergilerden biri şöyle bir değerlendirme yaptı; dünyada aslında Çin ve Amerika arasındaki tek far şu; ikisinin de devletin ekonomi payı aynı, sadece birini komünist parti yönetiyor diğerinde seçimler var. Yani devletin ekonomi içindeki payı, batan şirketleri alarak o ölçekte tekrar yükseldi. Yani kapitalizmin ya da işte liberal iktisadın, devlet ne kadar dokunmazsa o kadar iyi işler mantığı, kriz döneminde alt üst oldu. Devletin müdahale etmediği en azından kurtarıcı olarak müdahale etmediği bir sistemi işletemeyeceklerini gördüler. Wall Street finans kapitalizmine yönelik bir kısım değişimler yaşandı. Avrupa’ya baktığımızda Avrupa Birliği Projesi, küreselleşmenin en somut örneği olarak takdir edildi. Biz araştırmalarda da görüyoruz, insanlar kültür ve kimlik olarak kendilerini milli kimliklerine bağlı olarak görmeye devam ediyorlar. Ekonomik bakımdan da ufak bir menfaat ayrımı oluştuğunda da, çok keskin bir biçimde birliğin içindeki ülkelerin karşı karşıya gelmiş olduklarını görüyoruz. O yüzden yeni dönemin dinamikleri, küreselleşme sonrası dönemin dinamikleri, küreselleşmeden devralınan bir alt yapıya dayanıyor. Ancak o alt yapı üzerinden, karşımıza yeni bir denklem çıkıyor. Bu yeni denklemin yeni siyasi sonuçları, yeni ekonomik sonuçları var. O alt yapıyı da ben şöyle okuyorum; mesela bir iletişim devrimi var. İletişim devrimi, gücün gayri merkezi hale gelmesini sağlıyor. Sisteme karşı durabilmek için bundan otuz yıl öncesine göre çok daha imkâna sahip siniz. Roma yolları diye bir şey vardır, Roma İmparatorluk stratejisinin bir niteliği bu. Uzak sınırlara hızlı asker sevk edebilmek için Roma’dan başlayarak hudut bölgelerine kadar yok yapılmış imparatorluk tarafından. Mesela bir isyan çıktı, çok hızlı bir şekilde birlik sevk edebiliyorlar. Ama imparatorluk çökerken de barbar dedikleri düşman orduları da çok hızlı bir biçimde Roma’ya inmişler. Küreselleşmenin de alt yapılarının böyle bir özelliği var. Bumerang gibi. Mesela, İngilizceyi okumuş kesimin büyük birçoğuna öğrettiler. Bu şöyle bir etki yarattı; bizim kuşağımız Arapça bilmiyor orta doğuda yer alıyor olmamıza rağmen. Dolayısıyla ben yanımdaki Suriyeliyi anlamıyorum. O da beni anlamıyor ona da öğrettiler. Batı dışı coğrafyadaki ülkelerin elitleri de birbirleriyle iletişim imkânına kavuştu. Dilin yaygınlaştırılmasının temel hedefi, tek bir merkezden tek bir hedefin yayılmasıdır. Ancak sistem kriz yaşamaya başladığında bunlar arasında çapraz ilişkiler kurma imkânı da var. Mesela, orta doğunun içerisinde kurulan ve İngilizce yayın yapan kanallar var.  Bunlar pek çok eleştiri alıyor fakat ne kadar eleştirirsek eleştirelim I. Körfez savaşında CNN i konuşmuşsak II. Körfez savaşında El-Cerize’ yi konuştuk. Ve ortalama bir batılıya da kendi mesajını oluşturabilecek bir kanal açmış oldu. Henüz tüm dinamikleri belirmemiş yeni bir evrede olduğumuzu düşünüyorum. Buna Amerika da adapte olmaya çalışıyor, Asya’ya eksenimi kaydırdım diyor sonra Ortadoğu’da bir şeyler olunca duramıyor tekrar bu tarafa yöneliyor. Bugün Çin’de devam eden bir tartışma var; Batıya Yürüyüş. Çin İlimler Akademisi bunu tartıştı. Söyledikleri şu; bizde Ortadoğu’ya gidelim. Amerika buraya geliyor biz de batıya gidelim. Ortadoğu’da daha az müttefikler var. Asya’da Kore var Japonya var, hareket edemez diyorlar. Bir taraftan küreselleşmenin alt yapıları varlığını koruyor ancak diğer taraftan devletler sistemi düzeyinde farklı jeopolitik havzalarda yaşanan gelişmeler açısından bakıldığında biz bir değişim dönüşüm sürecini yaşıyoruz. Bu sürecin bir kısım parametreleri belli oldu görüyoruz ancak bir kısmının ne olacağına ilişkin belirsizlik varlığını koruyor. Kriz dönemleri, şuurlu bir biçimde gündeme sahip olan aktörlerin, işin gidişatını yönlendirmeye kudretlerinin en fazla yettiği dönemlerdir. Yani bir yapı istikrarlıysa, siz onun istikrarını bozabilmek için çok büyük kuvvet sarf etmelisiniz. Ancak yapı istikrarını kaybetmişse, dağılan unsurları farklı biçimlerde kompoze etme yeteneğiniz daha fazladır. O da kriz dönemlerinin ihtimallerini açık hale getirir. Bunların içerisinde arzu ettiğiniz bir ihtimalin gerçekleşmesini istiyorsanız oyuna dâhil olmasınız. Böyle genel bir çerçeve çizdim. Sorular olursa, onların üzerinden devam edebilirim. Teşekkürler.

 

- Bütün Amerikan firmaları, bütün Japon firmaları, bütün Kore firmaları üretimlerini Çin’de yapıyorlar.

- Küresel kapitalizm Çin’i kalkındırıyor derken bunu kast ediyorum.

- Şimdi böyle bir pozisyonda Amerika ile Çin isteseler de zaten karşı karşıya gelemezler. Amerika ile Çin’in pozisyonu belli. Türkiye’nin pozisyonunu neye göre belirleyeceğiz? Türkiye’de zar zor ayakta duran ve kendini geliştirmeye çalışan bir sanayi var ve Amerikan sermayesi istediği zaman Türkiye’den istediği bir firmayı hemen satın alabiliyor. Kendi menfaatine dokunanı da hemen ortadan kaldırıyor.

- 2008’den sonra ekonomik niyetçilik diye ifade edilen şey, dünyanın dört bir tarafına yayıldı. Nasıl? Küreselleşme ideolojisi diyordu ki, asıl olan ekonomidir. Devlet, güvenlik vs. hepsi ekonomi treninin arkasında düşüneceksiniz. Küreselleşme sonrasına geçiş emarelerinden birisi bu, mesela Katar’da yer değişimi yaşandı. Körfez sermayesi ile bir Dubai port hikâyesi var, Amerika’da liman işletmesi yapacaklardı. Amerikan kongresi hayır dedi. Yine Çin petrol şirketi Chevron’ u alacaktı Amerika’dan yine kongre müdahale etti ve hayır dedi. Mittal isimli bir Hint firması, Fransa’da faaliyet gösteren bir demir-çelik fabrikasını alacaktı, kıyamet koptu. Devletler bugün, gelişme stratejilerine bakıp piyasa bu alanlarda müdahale edebilirler. Örneğin, Rusya’da, hangi sektöre ne kadar yabancı girişi olacağına dair kanunlar çıkardılar belirli kritik sektörlerde. Bugün dünyanın geldiği yerde, ülke olarak akıllı ülke stratejilerinizin olması lazım. Yani piyasa diye bir tanrı yok. Ona teslim olarak cennete gidemezsiniz.

 

- Ekonomik küreselleşme, teknolojik küreselleşme, kültürel küreselleşme ve siyasi anlamdaki küreselleşme başlıklarına baktığımızda ben daha çok kültürel küreselleşme üzerinde durmak istiyorum. Tabi ki bunların her biri bir diğerini tetikleyen, bir diğeriyle ilintili alanlar. Post-modern bir küreselleşmeme mi, yoksa bize takdim edildiği bizim de onayladığımız şekilde midir olaylar? Bunların arka tarafında ne vardır ne yoktur? Mesela otuz yedi ülkede birden Yemekteyiz programı başlıyor. Bir format var, bu formatla birlikte otuz yedi ülkede başlıyor. Oradaki karakterlerin bazıları bizden değil, ülkemizde yoktur. Ama onu orda meşrulaştırmak istiyorlar. Bu örnekle şöyle bir tanım ortaya çıkıyor, bakıyorsunuz Nivea kremlerini almanlar üretiyorlar,  Strazburg’a gidersiniz kremin üzerinde Fransızca yazıyor, Almanca İngilizce bulamazsınız. Onun karşısındaki bir kente gidiyorsunuz, aynı ürünün üzerinde bu defa Almanca yazıyor. Fransızcasını bulamazsınız. Demek ki kültürel küreselleşmeye, her ülke kendine göre bir takım bariyerler koyuyor. Ve buna karşı politikalar geliştiriyor.

 

- Ş. HABLEMİTOĞLU: burada bir şey söylemek istiyorum. Bu bir kompanse etme yöntemi. Aslında bir bariyer olarak algılamıyorum ben bunu. İnanın Fransa’ya gittiğiniz zaman İngilizce de konuşursunuz Almanya’ya gittiğiniz zaman da İngilizce konuşursunuz. Ve artık hepsi öğrendi. Bu bir kompanse etmedir yani –mış gibi yapmadır. Ben bunun da bir strateji olduğunu düşünüyorum. İnanın öyle değiller yani.

 

- Benim maksadım zaten perdelerin arkasındaki güçleri tasvir etmek falan değil, anlatmak istediğim husus şu; geçmişte bir takım teknolojilerimiz vardı. Biz bunu askeri teknoloji haline de sanayi teknolojisi haline dönüştürmüştük ve bununla pek çok cihan devleti kurmuştuk ve geniş coğrafyalara hâkim olmuştuk. Kılınç demiştik, kınmaktan. O bizim aletimizdi adını biz koymuştuk. Ama biz bugün “patriot” diyoruz. Yani teknolojik anlamda üretim yapmadığınız vakit bunlara tabiatıyla tabi oluyorsunuz. Neden bugün internette bir mailin uzantısı com’dur. Neden artık üniversite bağlantılarında eğitim değil de “edu” kullanılıyor. Küresel kültür için ilginç bir örnektir; “Gangam Style” söylenir. Hakikat tekrarlanan şeydir. Burada bilinç altını tahrip etmek de dahil olmak üzere Harry Potter’ lerden örnek verildi mesela, burada küreselleşmeye karşı, post-modern çağda uluslararası sistem hakikaten sizin anlayışınıza göre, dediğiniz şekilde mi gerçekleşiyor? Uluslararası kuruluşlar küreselleşmenin neresinde?

 

- 2006-2007’de İngilizce-Türkçe bir makale neşrettim Avrupa Birliği hakkında “Millet İmparatorluklar Çağının Eşiğinde” isimli. Küreselleşme sonrası dönemi biraz böyle bir dönem olarak görüyorum. Merkezinde bir ulus devletin yer aldığı, ulus devletin varlığını koruduğu ancak bunun gücünü değişik araçlarla çevresine doğru yaymaya başladığı bir proje. Mesela, Avrupa Birliği’nin kimin projesi olduğunu kriz döneminde anlarsınız. Yani tüm yapılar çöktüğünde en arkada kim duruyor, sistemi kim yeniden dizayn ediyorsa kâğıt üzerindeki eşitliğe rağmen temelde projenin sahibi bellidir. Şimdi Çin benzer bir şey yapmaya çalışıyor. Mesela, Komünist Çin, Dünya Konfüçyan Birliği’ni canlandırdı, 2008’deki olimpiyatları Konfüçyüs ile açtılar. Bugün Mao heykelinden çok, Konfüçyüs heykeli var. Çin Komünist Partisi liderleri Çinli diasporayla beraber imparatorların mezarlarına gidip, saygı duruşunda bulunuyorlar. Neden kültür devrimi yaptık dersiniz? Çünkü sınırlarınızı dışarıya doğru yıkmaya başlayacak güç potansiyeline gelmişseniz o zaman siz tarihin, kültürün, ekonominin yarattığı köprülere ihtiyaç duymaya başlıyorsunuz. Dediğiniz çok doğru, bizi denetleyebiliyorlar. Ama bizim bunu durdurmaya zaten gücümüz yetmiyor. Bunu biz nasıl durdurabiliriz? Bunu devletimiz durduracak. Devlet bunu bir tehdit olarak görecek. Gerekli düzeyde tedbir alınmak istendiğinde bunun teknolojik imkânları var devlet düzeyinde. Çinliler nasıl yapıyorsa biz de yapabiliriz. Türk gençleri hayli zekiler, teknoloji bu bakımdan iyi yazılım dediğiniz şeyin içinde zekâ var. Güçlü olan zaten her zaman sesini duyuruyor, büyük medya da zaten onun elinde. Konvansiyonel medya da onun elindeydi. İlk defa güçsüz olanlar arasında haberleşebilecek ucuz ve kolay bir alan oluştu. Bir kanaat önderi, hiçbir basın yayın organına ihtiyaç duymadan görüşlerini anında kendisinden söz duymak isteyenlere iletebiliyor. Bu aşağıdan küreselleşmenin de bir alanı haine dönüştü. Şimdi bunu da manipüle etmeye çalışıyorlar. Ancak bu alanı iyi tutabilmelisiniz. Çünkü hiçbir zaman kendi çıkarı olmazsa sistem size açık vermez. Bazen göz yumulan açıklar dönüştürücü bir şey yaratır. Burada şöyle bir şey var; bireysel yani tekil kapitalist, sistemi düzenleyecek kapitalist üretemez. Tekil kapitalist kâr hırsıyla hareket eder, kâr hırsı da daha çok kısa vadelidir. Kısa vadeli kârdan vazgeçerek daha uzun vadeli bir beklenti içerisine girmesi için onu yukarıdan yönetecek bir otoriteye ihtiyacı vardır. Bu her zaman olmaz. Olmadığı noktalarda ortaya çıkan şeyler de alternatif fikirlerin yayılabileceği bir alan da yaratıyor. Böyle bir etkisi de vardır, bütünüyle pozitiftir diyemiyorum. Uluslararası kurumlar tam da bu hegemonyanın kurumları olarak inşa edilmiştir. Temelinde şu vardır; mesela Amerika, kapitalist bir ekonomi, onun için bir kısım öncelikler var. Her zaman Amerika’dan çıkan her idealist fikrin arkasında bir ekonomik tamamlayıcı vardır. Örneğin; Wilson Prensipleri. Sömürgeler dağılsın. Neden? Çünkü Amerika’nın sömürge imparatorluğu yok. Afrika’ya mal satmak istediğiniz de Londra gümrüğünden geçmek zorunda kalıyorsunuz. Orada da imparatorluk bürokrasisi vardı. Günümüze geldiğimizde de Marshall yardımı söz konusu. Avrupa ekonomilerinin yeniden kurulması demek. Şişmiş olan bir Amerikan ekonomisinin gazını almak için kuruldu. Ve bunlar içinden kurumlar çıkardılar. Biz kurumları yapısal güç unsurları olarak görürüz. Yapısal güç unsurları şu; kendisini kuran güç, daha sonra eksildiğinde bile o kendisini kuran güce de faydalı olabilecek bir etki üreten mekanizmalar ve uluslararası kurulardır. Bunlar Amerika’nın, II. Dünya savaşında özellikle arkasında durduğu kurumlar. Daha sonra kendi iç bürokrasileri, yarattıkları etki vs. bunlarla beraber bir alan açtılar. Ve genelde en üst çerçevede, Amerika’nın arzu ettiği, hizmet eden bazen de enerjisini kendi içinden alan mekanizmalara dönüşür.

Şimdiye kadar hep demokratik ve ekonomik zenginleşme, çifte gidişle aykırı bir örnek olarak çok rahatsızlık yarattı. Yani otoriter bir yönetim, çok hızlı bir büyüme, bunun anlamı nedir? Mesela, Arap Baharının olmadığını ve buraya Çin’in buraya geldiğini düşünelim. Demokrasiye falan geçmeye gerek olmayacaktı, bunun yaratabileceği ciddi etkiler olacaktı. Hem ideolojik olarak bu hesaplaşmayı yapmak hem de o krizin yaratmış olduğu ekonomik politikaları sarmak için, Amerikan akademisi de bürokratı da siyasetçisi de içerde çok ciddi bir çaba içerisindeler.

 

-Güney Kore bir güç olarak ortaya çıktı. Ancak bu kültürel değişimle birlikte bakıyoruz ki Güney Kore’nin yüzde kırk altısı Evangelist olmuş. Böyle bir tablo var.

 

- Var. O yüzden biz de milli kültürü güçlendireceğiz. 

 

Bu yazı Doç.Dr. Mehmet Akif Okur'un 6 Nisan 2013 tarihinde 21. Yüyıl Türkiye Enstitüsü'ndeki "Küreselleşme" başlıklı toplantıda yaptığı konuşmadır. 

Toplantının ilk konuşmacısı olan Şengül Hablemitoğlu'nun "Ulus Devlet Ayaklarımızın Altıdan Kayıyor Mu" adlı yazısını buradan okuyabilirsiniz.

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display