TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi?

Yazan  26 Mayıs 2014

AYM Önünde Adalet Nöbetindeyken Balyoz ve Benzeri Kumpas Davalarına Strateji Kavramlarıyla Yeniden Bakış;

Türkiye'nin gündemi ve Türk toplumunun algısı 2007'den bu yana Sauna Çetesi, Atabeyler, Ergenekon, Poyrazköy, Kafes Eylem Planı, Amirallere Suikast, Arınç'a Suikast (Kozmik Oda), İrticayla Mücadele Eylem Planı, Balyoz, İnternet Andıcı, Askeri Casusluk gibi davalarla şekillendirildi. Ancak ne trajiktir ki, 2013 yılının son aylarında hükümet yetkililerinin de bizzat açıkladığı şekilde söz konusu davaların düzmece ve kumpas davalar olduğu ortaya çıktı. Bunca kumpas itirafı, yeni deliller, raporlara rağmen sorumlu ve yetkililerden sorunu çözecek tek bir hareket gelmeyince mağdurlar AYM önünde adalet nöbetine başladılar.

Bu davaların ortak özelliği, bir bölümünün sadece askerleri kapsaması, diğerlerinde ise yine çoğunluğunu askerler oluştururken sivillerin de davalara dahil edilmesine rağmen, hepsinde asıl hedefin asker olmasıydı. Bugüne kadar söz konusu davaların mağdurları gerek savunmalarında gerekse yazdıkları kitaplarda bu davalarda Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) hedef alındığını, çünkü TSK'nın bölgesinin en güçlü, dünyanın da sayılı askeri güçlerinden biri olduğunu, küresel güçlerin bölgemizdeki emellerine ulaşmada TSK'yı önlerinde engel olarak gördüklerini, onun için de etkisiz hale getirilmesi gerektiğini düşündüklerini ortaya koydular. Bu tespitler doğru ve önemli.

İşte bu makalede bu tespitleri destekleyecek yeni tespitlerle TSK'nın neden hedef alındığı ve nasıl bertaraf edildiği stratejik seviyeden bakılarak açıklanmaya çalışılacaktır. Bunu yaparken de askeri stratejide önemli bir kavram olan ve günümüzde siyaset ve iş dünyası stratejilerinin de vazgeçilmez kavramı olarak benimsenen "Ağırlık Merkezi" konseptinden faydalanacağım.

 

Ağırlık Merkezi Konsepti

Ağırlık Merkezi kavramı stratejinin temel kavramlarından biridir. Stratejinin klasikleri ve temel dokümanları olan Çinli stratejist Sun Tzu'nun "Savaş sanatı" ve Prusyalı General Clausewitz'in "Savaş Üzerine" isimli eserlerinde ne olduğu ve nasıl uygulanması gerektiği açıklanmaktadır. En sade tanımıyla ağırlık merkezi "karşı tarafın yani düşmanın bütün gücünü ve hareketlerini dayandırdığı, ihtiyaç duyduğu gücü ile hareket serbestisini sağlayan ve bizim bütün enerjimizi üzerine yöneltmemiz gereken şey"dir. Diğer bir ifadeyle de "karşı tarafın neyini etkisiz hale getirirsem ben kazanırımın cevabı"dır.

Tanımı kolay gibi gözükse de belirlenmesi çok zordur. Sun Tzu "Kendini tanımak kazanmanın yarısıdır, diğer yarısı ise düşmanı tanımaktır" diyerek bu zorluğa işaret etmiştir. Ağırlık merkezini tespit edebilmek için karşı tarafın kritik yeteneklerini, kritik ihtiyaçlarını, kritik eksikliklerini diğer bir ifadeyle kuvvetli ve zayıf yönlerini iyi analiz etmek gerekir ki bütün enerjimizi yöneltebileceğimiz noktayı (ağırlık merkezini) tam olarak belirleyebilelim. Ağırlık merkezine iki türlü saldırabilirsiniz; (1) doğrudan (2) dolaylı. Doğrudan saldırmak yani fiziki/öldürücü silahlarla saldırmak zor ve masraflıdır, bunun için yeterli kaynaklara, ortama sahip olmak gerekir, bu nedenle genellikle dolaylı saldırı (günümüzde bilgi harbi (etki odaklı operasyon+psikolojik harekat + algı operasyonu+siber saldırı) olarak bilinmektedir) en uygun hal tarzıdır.

Ağırlık merkezi ulusal/stratejik seviyede ve operasyonel seviyede belirlenebilir. Ulusal/stratejik seviyede belirlenecek ağırlık merkezi ya askeri/güvenlik kapasitesi ya da ekonomik/endüstriyel kapasitedir. Operasyonel seviyedeki ağırlık merkezi ise stratejik seviyedeki ağırlık merkezini koruyan şeydir ve bu genellikle askeri yetenekler veya askeri kuvvetlerdir.   

Günümüzde ağırlık merkezi konsepti uygulamasını en iyi şekilde kurumsallaştıran ve hayata geçiren ülke ABD'dir. Pentagon ağırlık merkezi konseptini askeri talimatlarına (Joint Publication, Doctrine for Joint Planning Operations) koymuş, bütün planlama faaliyetlerine yansıtmıştır ve uygulamalar için çok büyük bütçeler ayırmaktadır. Amerikalı askerlerle ikili veya NATO çerçevesinde çalışmalar olanlar bunu çok iyi bilecektir.

 

Türkiye'nin Stratejik Ağırlık Merkezi ve Operasyonel Ağırlık Merkezleri

Kapsamı, etkileri ve sonuçları itibariyle bakıldığında düzmece kumpas davalar Türkiye'ye yönelik stratejik seviyede bir kampanya yürütmek ve Türkiye'nin ağırlık merkezine dolaylı bir saldırı gerçekleştirmek üzere kurgulanmış ve uygulamaya sokulmuş dış destekli bir operasyondur. Ayrıca kesin sonuç almak amacıyla hem ulusal/stratejik ağırlık merkezi hem de operasyonel ağırlık merkezleri eş zamanlı hedef alınacak şekilde saldırılar planlanmış ve uygulanmıştır. Bu saldırıların yöneldiği ağırlık merkezi nedir diye incelemek istediğimizde yukarıdaki teorik bilgilere göre iki seçenek vardır. Türk ekonomisi bugün dünyanın en büyük 17. ekonomisi olmasına rağmen alınan dış yardımlar/krediler, yaşanan ekonomik krizler ve kırılgan yapısıyla Türkiye'nin bütün gücünün ekonomisine dayandığını, Türkiye'ye hareket serbestisi sağladığını söylemek mümkün değildir.  Geriye diğer seçenek yani Türk Ordusu kalmaktadır ki gerçekten de Türkiye'nin ağırlık merkezi TSK'dır. Nasıl mı? İşte bunu yabancı aktörlerin de ele alacağı formatta kısaca gözden geçirelim.

 Türkiye Cumhuriyeti Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları tarafından kurulmuştur, yani kurucu atalarımız askerdir. Türkiye Cumhuriyeti ona "en büyük eserim" diyen Atatürk ile özdeşleşmiştir. Bu bağlamda devletimizin kurucusunun kuruluş felsefesinde devletin gücünü neye dayandırdığına yani Türkiye'nin en kuvvetli yeteneğinin ne olduğunu açıklayan değişik zamanlardaki demeçleri "Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir." , "Ordumuz; Türk topraklarının ve Türkiye idealini tahakkuk ettirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların, yenilmesi imkânsız teminatıdır." , "Ordumuz yaşam ve onur savaşımında ulusun amaçlarının tek dayanak noktasıdır." ,"Türkiye Cumhuriyeti sadece iki şeye güvenir: Biri ulus kararı, diğeri en elim ve güç koşullar içinde dünyanın övgüsüne hakkıyla yaraşma niteliğini kazanan ordumuzun kahramanlığı." , "Ordumuz; Türk topraklarının ve Türkiye ülküsünü gerçekleştirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların yenilmesi olanaksız güvencesidir." ve söylevleri "...Düşmanlar, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, evvela onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler... Orduyu imha etmek için mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır..." Türkiye'nin ağırlık merkezinin anlaşılmasında önem arz etmektedir.

Bütün bunların yanında Atatürk'ün vefatından hemen önceki son mesajı olan ve "Atatürk'ün Türk Ordusuna Değişmeyen Mesajı" olarak bilinen hitabındaki sözleri de Türkiye'nin bütün gücünün ve hareket serbestisinin TSK'ya dayandığını ve ondan kaynaklandığını göstermektedir. Nitekim ünlü Amerikalı spekülatör Soros'un "Türkiye'nin tek ihraç ürünü Ordusudur" sözü bunun teyit eden örneklerden sadece bir tanesidir. Ayrıca Kore Savaşından, 1974 Kıbrıs Barış Harekatına, terörle mücadeleden uluslararası barışı koruma harekatlarına, bölgesinin en güçlü ordusu olmasının yanısıra NATO'nun en büyük ikinci ordusu olmasına kadar uluslararası arenada ortaya çıkan görüntü "TSK demek Türkiye demektir" gerçeğini vurgulamaktadır.

Diğer taraftan özellikle Türkiye'nin özellikle NATO üyesi olmasıyla birlikte TSK'nın yabancı ülkelerle olan ilişkileri Türkiye'nin herhangi bir devlet kurumununkinden çok daha fazladır ve içiçedir. TSK bu dış temaslardan edindiği devlet yönetiminin her alanıyla ilgili bilgi birikimini ve tecrübesini (strateji oluşturma, risk yönetimi, güvenlik yönetimi, kriz yönetimi vs) ülke içine aktarırken devleti eğiten ve yetiştiren bir rolü üstlenmiş, Soğuk Savaş döneminin de etkisiyle savunma/güvenlik konularının ön planda tutulması devletin yönetiminde TSK'nın ön almasını ve diğer kurumları yönlendirme işlevini artırmış, bu durum TSK'yı sözü mutlaka dinlenmesi gereken bir konuma oturtmuş, hem içeride hem dışarıda "TSK eşittir devlet" algısını yerleştirmiştir.

 

TSK Neden Hedef?

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan 2000'li yılların hemen başlarına kadar geçen süre içinde Türkiye'yi inceleyen, analiz edenler TSK'nın Türkiye'nin bel kemiği olduğunu, ağırlık merkezi olduğunu görecektir, anlayacaktır. Bu aşamada hemen akla gelebilecek bir soru var;  Türkiye üzerinde emelleri olanlar neden o zamanlar değil de 2000'li yıllarla birlikte TSK'yı bu şekilde hedef aldı? Bunu anlamak için de 2000'li yılların başında Türkiye'nin durumuna bakmak gerekir.

2000'li yıllara girildiğinde Türkiye en büyük ekonomiler arasında ilk yirmidedir (daha önceleri bir dönem 14.sıraya kadar yükselmiştir), genç ve dinamik bir nüfusu vardır, yer üstü ve yer altı kaynakları uygun işlendiğinde yeterlidir, büyük bir tarım potansiyeline sahiptir aynı zamanda hızla sanayileşmektedir, Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar olan bölge Türkiye'nin ilgi alanından etki alanına (öncelikle askeri eğitim, yardım, işbirliği mekanizmalarıyla) girmeye başlamıştır, özellikle bölgemizdeki krizlerde Türkiye aranan bir arabulucu ve denge unsuru olarak sözü dinlenen bir ülke olmuştur, savunma sanayi büyük bir gelişme gösterirken TSK'nın ihtiyaçlarını milli olarak karşılamak üzere projeler başlatılmıştır (bugün hükümetin övünerek halka anlattığı savunma ürünlerinin-miili gemi, Anka insansız uçak, milli uydu, uzun menzilli füze vs- hemen hemen hepsi 20003'ten önce projelendirilmiştir), TSK bölgesel bir güç olurken Karadeniz ve Doğu Akdeniz'e bölge dışı aktörlerin müdahil olmasına engel olmuştur, bütün dünya denizlerinde varlık gösteren ABD Türkiye'nin öncülüğündeki girişimler (Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu Kuvveti (BLACKSEAFOR), Karadeniz Uyum Harekatı vs) nedeniyle Karadeniz'e girememiştir, Doğu Akdeniz'deki enerji kaynaklarının haksız-hukuksuz şekilde tek taraflı olarak Güney Kıbrıs tarafından el konulmasına engel olunmuştur, KKTC'nin haklarının korunması maksadıyla Güney Kıbrıs'ın NATO üyeliği ve işbirliği engellenmiştir, yaptırımlara ve AB üyeliğinin engellenmesine rağmen Türkiye Kıbrıs'taki garantör haklarından vazgeçirilememiş ve adadaki Türk askeri çekilmemiştir, 1984'ten itibaren Türkiye'nin kaynaklarını tüketen terörle mücadelede 1999 yılında askeri anlamda zafer kazanılmıştır (ancak sonraki gelişmeler bunun tek küresel güç ABD ve diğer Batılı güçlerce arzu edilen bir sonuç olmadığı için terörün aslında sona erdirilemediği ve Türkiye'nin uyguladığı yöntemle terörle mücadele edilemeyeceği soruna siyasi çözüm bulunması gerektiğini benimsetecek ortamın oluşturulmasının desteklendiği görülmüştür), 11 Eylül saldırıları sonrasında dünyada oluşan yeni konjonktürde tek küresel süper güç olan ABD Irak'ı işgal planlarını değiştirmek zorunda bırakılmıştır, Irak'ı işgal eden ABD'ye kendisine rağmen Türkiye'nin tek taraflı olarak Irak'ın kuzeyine müdahale edebileceği kaygısı yaşatılmıştır... Evet o dönemde Türkiye daha buraya yazılmayan bir çok şeyi yapan ve başarabilen bölgesel bir güç konumundadır, küresel rol üstlenebileceğinin emarelerini göstermektedir.

İşte işin püf noktası da buradadır. Makalenin ilk bölümünde de anlattığımız şekilde bütün bunların arkasındaki güç, Türkiye'nin bu kararları alıp uygularken dayandığı güç, Türkiye'ye hareket serbestisi sağlayan güç TSK'dır. Daha önceki yıllarda terör, ekonomik krizler, 1980 öncesi yaşanan anarşi ortamı, 1960 ve sonrasında yaşanan askeri darbe dönemleriyle Türkiye'nin dolayısıyla TSK'nın etkisizleştirilmesi hedef alınmışsa da pasif dolaylı yöntemlerle uygulamaya sokulan senaryolarla bunun başarılamadığı görüldüğünden bu kez 2003'ten itibaren yine dolaylı ancak aktif yöntemleri içeren yeni bir senaryo (düzmece delillere dayalı siber saldırılarla oluşturulan kumpas davaları) uygulamaya sokulmuştur.

Bu kumpas davalarla stratejik seviyede Türkiye'nin ağırlık merkezi olarak Türkiye'nin askeri/güvenlik kapasitesi yani  TSK asıl hedef alınarak saldırılar gerçekleştirilirken operasyonel seviyede de askeri kuvvetler (Özel Kuvvetler, Dz.K.K.lığı, SAT/SAS) ve TSK'nın mevcut ve gelecekteki komuta kademesi hedef alınmıştır. Ortada fiili bir savaş durumunun olmaması nedeniyle bu saldırılar doğrudan değil dolaylı yollardan (bilgi harbi) yapılmıştır ki bu da kumpas davalar olarak ortaya çıkmıştır.

 

Neler oldu?

Şöyle geriye doğru baktığımızda bu kumpas davalarının 2006'dan itibaren başlatıldığını görürüz. Ancak TSK'ya karşı uygulamaya sokulan bilgi harbinin başlangıcı bu değildir.

İlk hedef Özel Kuvvetler Komutanlığı

TSK'ya karşı ilk hareket 04 Temmuz 2003'te Irak'ta Türk Özel Kuvvetler timinin başına çuval geçirilmesi olayıdır. Bu olayın Amerikan askerlerinin Türkiye'ye de konuşlanmasını ve Türkiye üzerinden Irak'a girmesini öngören Amerikan planının 01 Mart 2003'te TBMM'de kabul edilmemesinden sonra gerçekleştiği hiç unutulmamalıdır. Fiili bir saldırı olmasına rağmen etkisi ve sonuçları itibariyle bilgi harbi kapsamında (Türkiye'nin en prestijli askeri birliği olan Özel Kuvvetlerin dolayısıyla TSK'nın imajının yerle bir edilmesi, görev etkinliğinin yok edilmesi) değerlendirilmelidir. Çünkü silahlı çatışmaya dönüşmemesi ve olayın içindeki personel sayısı açısından küçükmüş gibi gözükse de o olay TSK'nın en prestijli birliğinin personelinin esir alınması ve başına çuval geçirilmesi TSK'nın hem imajının hem de gerçek gücünün çöküşünün başlangıcı olması ve o tarihten sonraki TSK yapılanmalarını olumsuz etkilemesi açısından çok kritik sonuçları vardır.

2014 yılı itibariyle TSK'nın imajının ve etkinliğinin ne durumda olduğu bir şeyler söylemeye ihtiyaç duyulmayacak kadar aşikardır. TSK'nın yapılanması konusunu da şöyle açıklayabilirim. Çuval olayı zamanında Genelkurmay Özel Kuvvetler K.lığı tümen seviyesindedir. O zamanlar yapılan değerlendirmeler geleceğin savaşlarında özel kuvvet birliklerinin rolünün artacağı yönündedir ve TSK bu nedenle Özel Kuvvetler Komutanlığını büyütmeyi öngörür, nitekim Korgeneral seviyesinde atamayla birliğin seviyesini kolorduya yükseltir. Hedef muhtemelen ordu seviyesine çıkarmaktır ancak (2006 sonrası ilk davaların (Sauna çetesi ve Atabeyler) özel kuvvetlerle ilgili olduğunu hatırlanırsa) sonraki gelişmelerde özel kuvvetlerin kritikler görevlerinin gizliliği ihlal edilmiş ve askeri merkeze alan diğer davalar nedeniyle Özel Kuvvetler Komutanlığını ordu seviyesine yükseltmek yerine tekrar tümen seviyesine indirilmek zorunda kalınmış hatta bazı önemli birimleri lağvedilmiştir.

Peki bu yapılanmayı gerçekleştirememek neden önemlidir diye soranlara şunu söyleyebilirim. Savunma ve güvenlik stratejilerinin öngörülerine göre önümüzdeki dönemdeki geleceğin savaşlarında özel kuvvet unsurlarının harekatları esas belirleyici unsur olacaktır. Dünyanın gelişmiş ülkeleri bu yönde planlama yapmış ve uygulamaya geçmiştir. Örneğin ABD'nin 2010 ve 2014 savunma stratejilerinde özel kuvvetlerin geliştirilmesi, büyütülmesi ve kuvvetlendirilmesi ana hedeflerden biri olarak belirlenmiş ve uygulamaya geçirilmiştir. TSK bunu yıllar öncesinden görmüş olmasına rağmen yukarıda özet olarak açıklanan nedenlerle bunu başaramamış ya da engellenmiş ve TSK önemli bir kuvvet çarpanını etkin hale getirememiştir.

Özel Kuvvetler terörle mücadelede de en etkin olan birliktir. PKK TSK'nın Özel Kuvvetleriyle karşılaşmak istememektedir. Bu nedenledir ki sözde çözüm sürecinde PKK ve yandaşlarının talepleri arasında TSK özel kuvvet birliklerinin doğu ve güneydoğudan çekilmesi hatta özel kuvvetlerin tamamen lağvedilmesi vardır. TSK'nın Özel Kuvvetleri büyütememesinin ve güçlendirememesinin arkasındaki faktörler arasında bunun da olabileceği unutulmamalıdır.

Özel Kuvvetlerin hedef alınmasında yol açan diğer bir husus da Irak'ın kuzeyinde Özel Kuvvetler personelinin Türkiye'nin menfaatleri doğrultusunda kendilerine verilen emirler doğrultusundaki tavizsiz dik duruşlarıdır. Bu durum hem PKK hem Barzani yönetimi hem de ABD'yi rahatsız etmiştir. Yukarıda belirtilen gelişmelere paralel olarak Irak'ın kuzeyindeki Özel Kuvvetler personelinin "müzakereci subaylarla" değiştirilmesi taleplerinin gelmesi ancak bunun karşılık bulmaması da davalarda Özel Kuvvetlerin hedef alınmasına yol açan etkenlerden olmuştur.

Sıradaki hedef SAT ve SAS Timleri

Genelkurmay Özel Kuvvetler Komutanlığı bu saldırı ve davalarla imajını, kendine güvenini kaybederken aynı süreçte ortaya atılan Poyrazköy kazıları, Kafes Eylem Planı davaları bu işin planlayıcılarının Türkiye ve TSK'yı çok iyi çalıştıklarını gösteriyordu. Bu davalar ağırlıklı olarak Deniz Kuvvetlerinin en güzide birimleri olan ve Türkiye'nin son yıllarda yaşadığı en önemli askeri krizden (Kardak krizi) zaferle çıkmasını sağlayan Dz.K.K.lığı bünyesindeki Sualtı Taarruz Timleri (SAT) ile Sualtı Savunma Timlerini (SAS) hedef alması da günümüzün moda terimiyle oldukça manidardır.

Özel Kuvvetler Komutanlığı TSK için ne kadar kritik ve önemliyse SAT ve SAS timleri de hem TSK hem de Deniz Kuvvetleri için o kadar kritik ve önemlidir. Düşman kıyılarında, adalarında gizli örtülü operasyonlarda, klasik deniz harekatlarında düşman bölgelerinde yapılacak ön hazırlıklarda ne kadar vazgeçilmezler ve hayati rolleri varsa barış döneminde de deniz harekat alanlarındaki operasyonlarda (terörle mücadele, kaçakçılık, deniz haydutluğuyla mücadele, kriz bölgelerinden sivillerin tahliyesi, arama-kurtarma vb) SAT ve SAS timlerinin kritik rolleri vardır.

Gerek Özel Kuvvetler gerekse SAT/SAS Timlerine yönelik nokta operasyona dönüşen davalar özelde bu birlikleri genelde TSK'nın imajını, güvenilirliğini, etkinliğini aşağıları çektiği gibi bu birliklerin çalışma ve operasyon özelliklerinden kaynaklanan personelin birbirine güvenme, destekleme, ekip olma ve aidiyet ruhuna da zarar vermiş, davalarla tecrübeli personelin aniden tasfiye edilmesiyle tecrübe aktarımı sekteye uğramış geride kalan personelin bizim başımıza da böyle şeyler korkusuna kapılarak bu birliklerin görevinin gerektirdiği "inisiyatif kullanma" yetenekleri körlenmiştir.

Komuta kademesi yok ediliyor

Davalar bu şekilde sağlı sollu saldırılar şeklinde gelirken ve özel yetiştirilmiş genç ve dinamik birlikler (Özel Kuvvetler, SAT/SAS) ve onun personeli hukuk dışı yapılanmalar ve faaliyetler içinde ama "onların komutanları ve ileride komutan olacaklar da aynı yapı içinde aynı düşüncede" savını vurgulamaya yönelik olarak bu sefer irticayla mücadele eylem planı, internet andıcı ve TSK'ya en büyük darbeyi vuracak olan dijital Balyoz saldırıları gerçekleştirildi.

Bu davaların önemi TSK'nin komuta kademesinde yer almış, o sırada yer alan ve gelecekte yer alması beklenen personelin hedef alınmış olmasıdır. Balyoz davasına kullanılacak sözde delillerin parça parça sızdırılması, davaya sokulacak personeli değişik dalgalar halinde tutuklanması bunun kontrollü ve konjontüre uygun olarak dijital verilerin hazırlanıp piyasa sürüldüğünü ve tutuklanacak subayların isimlerinin anlık olarak güncellendiğini göstermektedir.  Bu güncellemede de komuta kademesinin ve subayların terfi zamanı ve sırasının etkili olduğu görülmektedir. Örneğin Balyoz davasının ilk dalgasında davanın içine sokulanların önemli bir bölümünün 2010 Ağustos askeri şurasında terfisi beklenen subaylar olması, daha sonraki davalarda tutuklananların ise 2011, 2012 ve hatta 2013, 2014'de terfi etmesi beklenen o an itibariyle gemi ve kritik birlik komutanı olan subaylar olduğu görülmektedir.

Balyoz davasının belki de en dikkat çekici özelliği sözde bir darbe girişimi yani hükümeti devirip Ankara'da yönetimi üstlenileceğinin iddia edilmesine rağmen yargılananların ve tutuklananların yarısından fazlasının Deniz Kuvvetleri personeli olmasıdır. Hal böyle olunca Deniz Kuvvetlerinin komuta kademesinde amirallerin yarısından fazlası tutuklanmış, geride kalanların bir kısmı tutuksuz olmak üzere davalara dahil edilmiş, Deniz Kuvvetlerinin teamülleri ile sicil ve görevdeki başarı durumuna göre amiral olması beklenen subayların tutuklanması Deniz Kuvvetlerinde komuta zafiyeti yaşamasına yol açmıştır.

Peki Balyoz davasıyla neden Deniz Kuvvetleri ve personeli ağırlıklı olarak hedef alınmıştır? Şöyle açıklayabiliriz. Calusewitz'in "Savaş politikanın başka araçlarla (yani orduyla) devamıdır" tanımı vardır ancak yüzyıllardır bilinen başka bir uygulama daha vardır ki o da Deniz Kuvvetlerinin barış zamanında da bir dış politika aracı olarak kullanılmasıdır. Deniz Kuvvetleriyle sizin münhasır ekonomik bölgenizde arama yapılmasını engelleyebilirsiniz ya da arama araştırma yapan kendi gemilerinizi personelinizi desteklersiniz, korursunuz, yabancı ülkelere liman ziyaretleri yaparak bayrak gösterirsiniz, ülkenizi tanıtırsınız ve bir nevi propaganda yaparsınız, kriz durumunda o ülkenin açıklarına gemi gönderirsiniz kararlılık mesajı verirsiniz,  topraklarınızı yani anavatanınıza ileriden koruma sağlarsınız, denizde yani karasuları ve münhasır ekonomik bölgelerinizde ülkenin hak ve menfaatlerini korursunuz, dünyanın bütün denizlerinde ve limanlarında varlık ve bayrak gösterebilirsiniz, denizdeki varlığınızla devletinizin egemenliğini ve bağımsızlığı teyit edersiniz. İnsanlığın gelecekte ihtiyaç duyacağı kaynaklar denizlerdedir ayrıca denizler karadaki kaynakların ticaret ve ulaştırma yollarıdır. Bu nedenle çevre denizlerinizde kontrolü elde bulundurmak ve bölge dışı güçlerin müdahalesine izin vermemek,  Dz.K.K.lığının internet sayfasında da vurgulandığı gibi "anavatanınızda güvende olmak için denizde güçlü olmak, dünyada söz sahibi olmak için tüm denizlerde var olmak" gerekmektedir. Aslında bu durum sadece Türkiye için değil denize kıyısı olan bütün ülkeler için geçerlidir. Kaynaklara sahip olma ve denizde hakimiyet yarışı dünya genelinde devam etmektedir. Örneğin Güney Çin Denizi ve Doğu Çin Denizinde bölge ülkeleri kaynak mücadelesi nedeniyle her an çatışma riski içindedir.

Bütün bu söylediklerimizi Atatürk'ün 1924 yılında Hamidiye kruvazörüyle çıktığı Karadeniz seyahatinde söylediği şu sözler özetlemektedir: “...Donanmasız Anadolu olmaz. Donanmadan yana kuvvetli olmak Türkiye’nin savunması için şarttır. Donanmamız izlediğimiz politikanın da kuvvetli desteği olacaktır..........Hudutlarının mühim ve büyük aksamı deniz olan Türk Devleti’nin Donanması da mühim ve büyük olmak gerektir. O zaman Türkiye Cumhuriyeti daha müsterih ve emin olacaktır. Mükemmel ve kaadir bir Türk Donanmasına malik olmak gayedir. Bunun ilk azimet noktası, sefain-i harbiye tedarikinden evvel onları muvaffakıyetle sevk ve idareye muktedir kumandanlara, zabitlere, mütehassıslara malikiyettir......”. Bu sözler Türk Deniz Kuvvetlerinin ve onun komuta kademesinin neden hedef alındığını çok net olarak göstermektedir.

 

TSK Nasıl Bertaraf Edildi?

TSK'nın hedef alındığını, TSK kolayca bertaraf edilebilmek için neler yapıldığını ve TSK'nın hangi noktalarına saldırıldığını ortaya koyduk. Peki bu nasıl oldu?

Etkisi, sonuçları, kapsamı, seviyesi dikkate alındığında TSK'nın maruz kaldığı bu saldırı stratejik bir saldırıdır nihai hedefi Türkiye'dir ama ağırlık merkezi Türkiye'nin bel kemiği olan TSK'dır. Uygulanan yöntem (bilgi harbi), saldırının seviyesi ile seçilen hedef nedeniyle bunun arakasındaki esas gücün bir yabancı aktör olduğunu ancak yurt içinde ve TSK içinde taşeronlar ve işbirlikçiler kullanmadan gerçekleştirilemeyeceğini göstermektedir.

Bu davaların yukarıda özet olarak anlatıldığı gibi bir matriks formatında hazırlanmış düzmece bilgi ve belgelerin zamanı ve sırası geldiğinde kamuoyundaki tepkiler ve algılara paralel olarak piyasa sürülmesiyle gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Böyle kapsamlı bir operasyonun dış desteği veren aktörün ve taşeronların temsilcilerinden oluşan bir karargahtan yönetildiğini söylemek abartı olmayacaktır. Bu karargahtaki dış aktörün rolü muhtemelen bilgi harbinin uygulanmasını bu kapsamda ihtiyaç duyulacak bilgilerin neler olabileceğini koordine etmek, eğitmek, ses/dinleme kayıtlarını sağlamak şeklinde gerçekleşmiştir. Taşeronlar ise kurum olarak TSK ve kişiler hakkındaki bilgileri sağlamak, düzmece delilleri hazırlayıp yerleştirerek kumpası hazırlamak işlerini yapmışlardır.  

Yabancı bir gücün, küresel ve bölgesel hedefleri olan bir gücün Türkiye'ye yönelik böyle bir operasyonu olabilir, peki yerli taşeronlar ve işbirlikçiler bu işe nasıl dahil oldu? Taşeron ve işbirlikçilerin yanında bu operasyon için uygun ortam nasıl hazırlandı? Burada ilk akla gelen doğal olarak hükümet oluyor. Hükümetin bu işin içinde olduğunu söylemek için somut belge ve bilgi zaten yok ama bilgi harbinin özelliği gereği bu operasyonu planlayan dış aktörler kendi çıkarlarını muhtemelen Türkiye'deki iç politik ortamla örtüştürerek hükümet açısından masum gözüken düzenlemelerin yapılmasını gizli ve açık yollardan telkin etmiştir. TSK'yı bertaraf etmek isteyen dış aktörler için Türkiye'de "askeri vesayetin ortadan kaldırılması, darbelerle hesaplaşılması, askerin yarattığı mağduriyetlerin giderilmesi" söylemi kolayca örtüştürülebilecektir.

Bu söylem hükümet açısından kullanılabilecek bir argümandır ancak önünü sonu düşünmeden alınan hesapsız kararlar ve uygulanan politikaların Türkiye'nin bekasını tehdit eden konuma geldiğini görmekteyiz. Nitekim de öyle olmuştur ve MGK'nın yapısı değiştirilmiş, askerlerin özel mahkemelerde kolayca yargılanmasını sağlayacak düzenlemeler yapılmıştır. Hatta "Atatürk'ün Türk Ordusuna Değişmeyen Mesajı'nda" da açık ve net bir şekilde yazmasına rağmen TSK'nın iç tehdit ve Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi yasadan çıkarılarak sadece dış tehditle sınırlandırıldı. Atatürk'ün bizzat verdiği bu görev yani "Türk vatanını ve Türk camiasının şan ve şerefini, dahili ve harici her türlü tehlikelere karşı korumak" vazifesiyle TSK dünyada kendine has bir özelliğe sahip oluyor, devletin ve milletin bölünmez bütünlüğüne işaret ediyordu. İşte yapılan değişiklikle bu birlik ve bütünlük anlayışının ortadan kaldırılması, TSK ile milletin ayrılması hedefleniyordu. İşte operasyonu planlayan dış aktörlerin hangi taşeron ve işbirlikçilerle çalışacakları ile hükümetin ve TSK'nın yapısını iyi çalıştıkları gözükmektedir. Buradaki taşeron hükümet yetkililerinin de itiraf ettikleri gibi cemaattir. ABD'nin kendi topraklarında yaşayan bir kişinin kontrolündeki cemaatin faaliyetlerini, ilişkilerini, insan gücünün, üyelerinin Türkiye'deki kurumlardaki durumunu bilmemesi ve izlemiyor olması mümkün değildir. Türk kamuoyuna 2013'ün sonlarında açıklanmış olmasına rağmen cemaatin hükümet içindeki durumunu/etkisini ABD muhtemelen en başından buyana biliyordu. Ve yine muhtemelen cemaat liderinin mensuplarına verdiği direktifleri (2000 yılında açılan davanın iddianamesinde bunların hepsi zaten açıkça yazmaktadır) yani mensuplarının devletin bütün kurumlarına sızıp, sorumlu ve etkili pozisyonlara yükselip zamanı geldiğinde verilecek işaretle ortaya çıkacaklarını izliyordu. Türkiye'ye yönelik stratejik saldırıların planlayıcıları Türk hükümetinin politikalarıyla kendi çıkarlarını örtüştürdükleri gibi muhtemelen cemaatin Türkiye'nin yönetiminde söz sahibi olmalarına destek olunacağına ilişkin vaatlerde bulunarak onların arkasında olduğu izlenimi vermişler ve operasyona dahil etmişlerdir.  Cemaat için bu hiç de yabana atılır bir vaat değildir. Zaten TSK dahil  önemli kurumlara sızmış adamları bu davalarla tasfiye edileceklerin yerlerine kolayca yükselebilecektir. Bu durum TSK içindeki işbirlikçilerini de motive edecek bir unsurdur.

Her şey zamanlama meselesiydi. 2003'teki çuval olayı bu operasyonun işaret fişeğiydi 2007'lere gelindiğinde cemaatin kurumlara ve tabii ki TSK'ya sızması tamamlanmıştı. Hükümet yasal düzenlemeler ve özellikle yargı ile emniyetteki atamalarla cemaat üyelerinin TSK'ya karşı yürütülecek operasyonu yapacak kişilerin önünü açıyor, cemaat mensubu olan TSK'dan atılmış ve halen görevde olan askerlerin sağladığı bilgi ve belgelerden istifadeyle düzmece dijital deliller hazırlanıyordu. Psikolojik harekatın ana kuralı (halk televizyonlarda verilen ilk bilgileri haberleri doğru/gerçek olarak kabul eder) uygulamaya geçirilmiş, aramalar, gözaltılar, kazılar, subayları suçlayan haberler, TSK'nın suç ve terör örgütü olduğunu vurgulayan görüntüler teyitsiz ve sınırsız bir şekilde televizyonlardan anında kamuoyuna pompalanıyor, subaylar kafileler halinde tutuklanıyor, davalar açılıyordu. Bu haliyle etki odaklı bir harekatın da yürütüldüğünü görüyoruz. Bu davalarda dikkat çekici diğer bir konuda bazı kişilerin bir kaç davada yer almasıyla genelde bakıldığında bu davalar arasında organik bağların da kurulmaya çalışıldığıdır. Böylece bütün bunların başında TSK var ve bu girişimler örgütlü ve tek bir merkezden idare ediliyor algısı yaratılıyordu.

Bu davalarda tutuklanan tek Genelkurmay Başkanı olan İlker Başbuğ aslında bunu görmüş ve TSK'ya asimetrik psikolojik savaş açıldığını söylemişti ama görünen o ki hükümeti ikna edememişti. Başbuğ bir şey daha yapmıştı o da "Güçlü Ordu Güçlü Türkiye" sloganını belirlemişti. TSK'nın Türkiye'nin ağırlık merkezi olduğunu vurgulayan, Türkiye'nin ordusu güçlü olmazsa Türkiye'nin bir güç olamayacağını ifşa eden bu slogan o zamanlar bazı hükümet üyelerini bile rahatsız etmiş hatta kaldırılması istenmişti.  İlker Başbuğ'un tutuklanmasında belki de bu uyarıcı tespitleri ve sloganları da etkili olmuştur diye düşünmeden edemiyor insan.

2012 yılı ortalarına gelindiğinde planlayıcılar maksadına ulaşmıştı. TSK tatbikat, seminer yapamaz, savaş gemilerine ve filolarına komuta edecek subay bulamaz, terörle mücadele ettirilmez konuma gelmişti. Diğer davalar devam ederken TSK'ya en büyük darbeyi vuran ve en çok sayıda askeri içeren Balyoz davasına bakan mahkeme kararını vermişti. 2013 yılı sonlarına doğru ise başka gelişmeler oldu. Yargıtay'ın kararı onaylamasına rağmen mağdurların en başından bu yana söyledikleri delillerin düzmece olduğu, bu olayların yalan, iftira ve kumpas olduğu devletin kurumlarının raporları ve hükümet üyelerinin açıklamalarıyla ortaya çıktı. Çıktı ancak bütün gerçeklere rağmen Balyoz mağduru Türk subayları beton duvarlar arasından çıkamadı. Şimdi aradıkları adalet için AYM önünde adalet nöbetindeler.

Belki de bu vesileyle Balyoz'un ne olduğunu anlatan herkesin Balyoz'un nasıl bir kumpas olduğunu hemen anlayabileceği kısa bir analojiyi hemen burada anlatmakta fayda var.  Bu analoji halen Mamak'ta tutsak olan arkadaşımız Dz.Kur.Alb. Bayram Ali Tavlayan'a aittir. İşte bir başka deyişle BALYOZ:

- Bir akşam eve geldim ve posta kutumda trafik cezası ihbarnamesini buldum.

- Ankara’da şu gün şu tarihte şu caddede kırmızı ışık ihlali yaptığım yazıyordu.

- Kısa bir incelemeden sonra, ihlal tarihinde resmi görevli olarak İstanbul’da olduğumu anladım ve bunu bir otel faturası ve otopark fişiyle kanıtladım.

- Hemen Emniyete gittim ve durumu açıkladım. İhbarnamede cezayı yazan polisin kimlik bilgilerin ve imzasının olmadığını, bu belgenin gerçek olup olmadığını sordum. Cevaben "vatansever gönüllü bir trafik müfettişinin" olayı ihbar ettiğini ancak kimliğini açıklayamayacaklarını, benim cezayı ödemem gerektiğini, sonra mahkemeye başvurabileceğimi ve yargıya güvenmemi söylediler.

- Bunun üzerine ben de şöyle dedim; “Cezayı öderim, yargıya da güveniyorum. Ancak ortada küçük ama kritik bir detay var: İhlal ettiğimi iddia ettiğiniz cadde üzerinde hiç trafik ışığı yani ihlal edilecek KIRMIZI ışık yok!!!”

 

İşte Balyoz da böyle. Davadaki tek gerçek "her yönüyle mağdur edilen ve beton duvarlar arasına atılan masum TSK personeli", bunun dışında davada öne sürülen olaylar, belgeler, bilgiler hepsi düzmece ve yalan.

 

Sonuç

Türkiye 2007'den itibaren stratejik bir saldırıya maruz kalmaktadır. Bu saldırının hedefinde Türkiye'nin ağırlık merkezi olan, Türkiye deyince devlet deyince ona eşit olarak algılanan Türk Silahlı Kuvvetleri var. Türkiye'ye hareket serbestisi sağlayan ana güç olan TSK belki de en zayıf noktasından vuruldu. Evet Türkiye TSK ile güçlüydü ancak klasik ve düzenli savaşlar için hazır olan TSK en zayıf olduğu siber alanda düzmece dijital belge saldırılarından kurtulamadı ve ağır hasar gördü. TSK'nın düzmece kumpas davalarıyla saldırıya uğramasıyla Türkiye de canevinden vurulmuş oldu. Zayıflamış bir TSK'nın sonucu zayıflamış bir Türkiye olacaktır.

Bu davalarla yapılacak nokta atışlarla TSK'nın bertaraf edilmesi için Genelkurmay Özel Kuvvetleri, SAT/SAS Timleri, mevcut ve gelecekti komuta kademesi, özellikle Balyoz davasıyla barış dönemlerinde de politik bir araç olarak kullanılabilen Deniz Kuvvetleri operasyonel ağırlık merkezleri olarak seçilmiştir. TSK'ya karşı bu bilgi harbini planlayanların Türkiye'yi, hükümeti ve TSK'yı çok iyi tanıdıkları, takip ettikleri ve analiz ettikleri ve sonuçta amaçlarına ulaştıkları aşikardır. Çünkü TSK terörle savaşı kazan bir orduyken terörist olmakla suçlandı ve mahkum edildi, Türkiye'nin en disiplinli, en çalışkan, canını vatanına emanet etmiş personelden oluştuğu kabul edilen TSK casusluk, fuhuş, organize faili meçhul cinayetlerle suçlandı, mahkum edildi ve halk bunlara sessiz kalabildi.  Hayatın olağan akışına ters bu durumların gerçekleşmiş olması TSK'ya yönelik operasyonun maalesef başarılı olduğunu göstermektedir.

TSK'nın bertaraf edilmesiyle Türkiye içindeki, çevresindeki, etki ve ilgi alanındaki askeri-politik olaylara, güvenlik sorunlarında zor durumlar yaşamaktadır. TSK artık terörle mücadele ettirilmemektedir, PKK karşı kazanılmış zaferler ve psikolojik üstünlük terk edilmiş, güneydoğuda PKK hareket serbestisi kazanmış devlet uygulamaları yaparken askerler birliklerin içine hapsedilmiş, PKK Suriye'nin kuzeyinde devletçikler kurmuştur, Suriye sorununda TSK'nın izleyeceği strateji belli değildir, Karadeniz hiç olmadığı kadar ABD'nin kontrolündedir, Ege'de Yunanlıların işgal ettiği adacıklara karşı hiçbir uygulama mevcut değildir, Doğu Akdeniz'de münhasır ekonomik bölge ve denizaltından gaz/petrol çıkarılması faaliyetlerinde inisiyatif Güney Kıbrıs ve İsrail'e geçmiştir. En trajik olanı da Türkiye'nin güvenliği ve geleceğiyle ilgili bu konularda bile TSK'nın komuta kademesi konuşamamakta, görüşlerini değerlendirmelerini kamuoyuyla paylaşamamaktadır.

Evet, TSK bilgi harbi ile vurulmuştur, algı yönetimiyle suç ve terör örgütü kötülüklerin odak noktası haline getirilmiştir, asimetrik psikolojik bir harekata maruz kalmıştır, etki odaklı harekatla sarsılmıştır, siber saldırıyla bertaraf edilmiştir. TSK büyük hasar görmüştür, TSK'nın hasar görmesi Türkiye'nin geleceğinin tehdit altında olduğunu göstermektedir. Ama zararın neresinden dönülürse kardır. Hükümet ve devlet bir an önce bu gerçekleri görmeli, çöküşü durdurup tersine çevirecek adımları mutlaka atmalıdır. Bu bağlamda AYM'nın Balyoz mağdurlarının bireysel başvurularına yönelik vereceği karar artık hayati önem kazanmıştır. Balyoz davası mağdurlarının yakınlarının başlattığı Vardiya Bizde, Sessiz Çığlık ve son olarak Adalet Nöbeti adındaki hak ve adalet arayışları artık sınırlarını aşmış (söz konusu etkinliklere katılan, destek veren ya da kendi sorunlarını o ortamlarda anlatmak isteyenlere bakıldığında) sadece Balyoz değil diğer alanlarda ve konulardaki mağdurlar için de bir umut ışığına dönüşmüştür. Bu durum Türkiye'nin bekasına yöneltilen dış destekli bilgi harbiyle her türlü kötülüğün kaynağı gösterilen TSK'nın Türkiye'deki bütün mağdurların hatta  kendisine karşı saldırılara/operasyonlara katılanların da sığınacağı güvenli bir liman olacağını göstermektedir.

Bunun ilk adımı Balyoz davasının mağduru subayların derhal özgürlüğüne kavuşturulması, davanın adil ve evrensel hukuk kuralları içinde görülmesidir, böyle olduğunda Balyoz'un kumpas olduğunu mahkemeler de teyit edecektir. Bununla birlikte mağdur olan insanların (kaybedilen hayatların ve hapishanede geçen yılların geri verilmesi mümkün olmamakla birlikte) yaralarının sarılması belki mümkün olabilecek, devlet yönetiminde / karar mekanizmalarında / yasalarda / kurumlardaki erozyonların ve bozulmaların düzeltilmesi uzun dönemde gerçekleşebilecektir. Bu nedenle bu konuda atılacak adımdaki bir saniyelik bile gecikmeye hem Türkiye'nin hem de davalarla mağdur edilen askerlerin tahammülü yoktur.

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...

Error: No articles to display