21. Yüzyıl Dergisinin Aralık Sayısı Çıktı

Doğu Akdeniz’de Enerji Stratejileri ve

Bölgesel Güvenliğin Geleceği

 

Nejat DOĞAN*

 

‘Akdeniz’ kavramı sadece denizi değil, ülke kıyılarını ve bizzat denizin çevrelediği ülkeleri de kapsayacak şekilde geniş bir anlamda kullanılabilir. Deniz alanı olarak Akdeniz’in anlamı, bölgenin tarihsel önemine de ışık tutmaktadır. Bugün kullanılan “Mediterranean” terimi, Latince “Mediterraneus” kelimesinden gelmektedir ve Latince “Medius” kelimesi Türkçede “orta, arasında” kelimeleriyle karşılanırken, “Terra” da “dünya, toprak, yer” anlamına gelmektedir.  Dolayısıyla tarihsel olarak Akdeniz, “dünyanın merkezi yeri” veya “ülkelerin ortasındaki yer” anlamındadır. Bu kavramsal yoruma ulaşmada, dünya medeniyetlerinin beşiğinin Doğu Akdeniz olduğu ve bölgenin “Verimli Hilal” olarak adlandırıldığı da gözönüne alınmalıdır.

Akdeniz’in “yarı kapalı” bir deniz olarak sınırları belirli iken, Doğu Akdeniz’in tam olarak hangi bölgeyi kapsadığı hakkında değişik görüşler vardır. Geniş anlamda Doğu Akdeniz, Tunus’un Bon Burnu ile Sicilya adasının batısındaki Lilibeo Burnu arasında çizilen hattın doğusundaki bölgedir. Dar anlamda Doğu Akdeniz ise, 27º  Doğu boylamının doğusunda kalan bölgedir. Ancak jeopolitik ve jeostratejik açıdan yapılan incelemeler ve yayımlarda Doğu Akdeniz bölgesi bu iki tanım arasında orta bir yol seçilerek Yunanistan’ı da kapsayacak şekilde “22º Doğu boylamının doğusunda kalan bölge” olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımı benimseyecek olursak Doğu Akdeniz bölgesinde; Yunanistan, Türkiye, Mısır, Suriye, İsrail, Lübnan, Ürdün, Filistin, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) bulunmaktadır.

 

Devamı 21. Yüzyıl’da…

 

 

AB Dış Politikasında Akdeniz Havzası ve Orta Doğu: Bölgedeki Son Gelişmeler Işığında AB Dış Politikasına Genel Bir Bakış

 

Müge KINACIOĞLU*

 

1 Aralık 2009’da yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması, Avrupa Birliği (AB) dış politikasının yönetiminin hukuki zeminine birçok değişiklik getirmiştir. Bu anlamda, Antlaşma’nın belki de nihayet, Henry Kissinger’a atfedilen meşhur “Avrupa’yı aramak istediğim zaman, kimi arayacağım?” sorusuna bir yanıt oluşturduğu söylenebilir. Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin 1970’lerdeki Dışişleri Bakanı, Haziran 2012’de Varşova’da Polonya Dışişleri Bakanı ile yaptığı görüşme sırasında her ne kadar bu soruyu aslında bir başka bakanın sormuş olduğunu sandığını söylemiş olsa da, bugünkü durumu özetlerken Avrupa’da artık aranacak bir telefon olmasına karşın, yanıtın her zaman açık ve net olmadığını vurgulamıştır. 1992 yılında Maastricht Antlaşması ile şekillendirilen Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (ODGP) ve Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın tutarlı Birlik politikaları ürettiği konusundaki şüpheler, birçok gözlemci tarafından paylaşılmaktadır.

Lizbon Antlaşması ile belirlenen kurumsal yapı, stratejik yönelimin sağlanması için, dış politikanın en üst noktasına, şu anda Hermann Von Rompuy başkanlığındaki devlet ve hükümet başkanlarından oluşan AB Konseyi’ni koymuştur. İlkesel olarak, AB’nin dışişleri ve güvenlik politikasından sorumlu Yüksek Temsilcisi ve AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Catherine Ashton, Dışişleri Konseyi’nin stratejik önderliğinde oluşturulan politikaları yürütmektedir. Ancak pratikte, dış politikanın oluşumunda ve yürütülmesinde çeşitli kurumların olduğu söylenebilir. Bunların arasında, Komisyon’un çeşitli Genel Müdürlükleri (özellikle Ticaret, Genişleme, Gelişme ve İşbirliği Genel Müdürlükleri), AB Parlamentosu, Ekonomik ve Sosyal Komites ve Avrupa Yatırım Bankası sayılabilir.

Bu karmaşık kurumsal yapıya ek olarak, üye ülkeler belirli bölgesel çıkarları, özel küresel konular, ya da diğer devletlerle özel ilişkiler açısından, farklı ve bireysel politikalar izlemektedir. Lizbon’dan sonra üye ülkelerin çeşitli dış politika konularında kendilerine özgü politika uygulamalarının kurumsal yansıması, dış politika karar verme mekanizmalarında, oybirliği kuralının sürdürülmesinde görülmektedir. Bunun yanı sıra, bazı gözlemciler, dış politika konularında göreceli tecrübesiz ve pek de fazla tanınmayan Ashton’ın AB Yüksek Temsilcisi ve AB Komisyonu Başkan Yardımcısı olarak atanmasının kasıtlı olarak Avrupa Dış Eylem Servisi’nin-ADES (European External Action Service–EEAS) ve Lizbon düzenlemeleri ile öngörülen potansiyel ODGP’nin belini büktüğü görüşünü savunmuşlardır. Ashton, AB Parlamentosu’nda da defaatle zayıf ve etkisiz olmakla eleştirilirken, ADES de fazla bürokratik, tepki vermekte yavaş, kadrosu ve yönetimi zayıf olduğu eleştirilerine hedef olmuştur.

Birliğin 2004 genişlemesi, şüphesiz, ODGP’nın gelişimi ile ilgili herhangi bir çalışmanın göz ardı edemeyeceği önemli bir unsurdur. Bu bağlamda, yakın tarihinde siyasi baskı ve özgürlük hareketleri olan, transatlantik güvenlik anlayışları kendilerine özgü 10 eski Varşova Paktı ülkesinin üye olması, AB’nin dış politikasının daha çok demokrasi teşviki etrafında oluşturulması; otoriter yönetimlere baskı unsuru olarak insan hakları vurgusunu öne çıkaran bir politika izlemesi gerekliliğini savunan, kademeli bir bütünleşme süreci öngören geleneksel görüşlere bir çelişki oluşturmuştur.

Bu çerçevede, bu makalenin amacı, son dönemde Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da olan gelişmeler bağlamında AB’nin dış politikasına genel bir bakış sunmaktır. Makale ilk önce AB’nin Soğuk Savaş sonrası bölge için geliştirdiği politikaları inceleyecek, ikinci bölümde de Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da, genel olarak “Arap Baharı” olarak adlandırılan Arap halk hareketleri sürecinde AB’nin dış poltikasını değerlendirecektir.

 

Devamı 21. Yüzyıl’da…

 

 

KKTC’nin Bağımsızlığının 30. Yılını Kutlarken

Rumlarla Birleşmeyi Konuşmak

 

Gözde Kılıç YAŞIN*

 

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC), 15 Kasım 2013’de kuruluşunun 30. yılını kutladı. 21 Aralık 2013 ise Kıbrıs Sorunu’nun yani Kanlı Noel’in 50. yılı, bağımsızlığının 30. yılı kutlamaları ile aynı günlerde, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile birleşme yönünde yeni tur müzakerelerin başlatılması da ciddiyet kazandı. Müzakerelerin 2008-2012 dönemindeki gibi değil, Annan Planı ile neticelenen 2002-2004 dönemindekine benzer olacağı görüşü de ağırlık kazanmaktadır. Bu yöndeki görüşün makul görülmesindeki temel etken de Kıbrıs denizinde hidrokarbon yatakları bulunmasının başı çektiği konjonktürel gelişmelerdir. Çıkarılacak doğalgaz ve petrolün Avrupa’ya daha az maliyetle ulaştırılması ile Kıbrıs için çözüm planı üretilmesi arasında zaruri bağ olduğu kanaati oluşmuştur. Gelişmelere Afrika’nın kuzeyi ve Orta Doğu’daki hareketliliğin coğrafi yakınlık nedeniyle Kıbrıs’ın önemine vurgu yapması da eklenebilir. Öte yandan Türkiye’deki iktidarın “yeniden Avrupa” şeklinde ifadesi mümkün olan bir dönemin işaretlerini vermesi de Kıbrıs’a yeni bir 2002-2004 sürecinin yaşatılacağı düşüncesine sebep olmuştur. Makalede, Türkiye’deki iktidarın hangi iç gelişmeler ve dış politikadaki hangi olumsuz gelişmeler nedeniyle AB ile ilişkilerini ve müzakereleri canlandırma gereği duyduğuna ilişkin tartışmalara girilmeyecektir. Ancak Kıbrıs etrafında çıkan petrol ve doğalgazın iletiminde Türkiye’nin geçiş ülkesi olmaktan dolayı kazanacağı maddi gelirin Türkiye için önemli bir kalem sayılamayacağı başlangıçta belirtilmelidir. Makalede, müzakerelerin yeniden başlaması Kıbrıs açısından değerlendirilecektir. Zira taraflar arasında anlaşma ile neticelenecek müzakereleri yürütülebilecekleri kanaatini oluşturacak türden bir yakınlaşma söz konusu değildir. Dolayısıyla “uzlaşı” ortamı da, anlaşma çıkarma potansiyeli de bulunmamaktadır. Hatta 2008’deki “liderlerin ideolojik yakınlığı” gibi cesaret arttırıcı unsurlar da ortada yoktur. Buna rağmen başlayacak müzakereler, Annan Planı benzeri “önceden yazılmış bir plan” ihtimalini doğal olarak gündeme getirecektir. Ancak şu aşamada tarafların başlangıç pozisyonu çok daha önemli görünmektedir. Zira Kıbrıs Türk tarafının 2002’ye ve 2008’e göre mevzi kaybettiği açıktır.

Öncelikle müzakerelerin yeniden başlamasına dönük çalışmaların resmi olarak 10 Eylül 2013’de başladığını belirtmek gerekir. KKTC Cumhurbaşkanı Dr. Derviş Eroğlu’nun Sözcüsü Osman Ertuğ ile Rum lider Anastasiades’in müzakerecisi Andreas Mavroyannis ön hazırlık görüşmelerini yürütmektedirler. Amaçları, müzakerelerin esas konularını ve usulünü kapsayan “Ortak Açıklama Metni”nin içeriğini belirlemektir. Daha bu aşamada ortaya çıkan anlaşmazlıklar, müzakerelerin başlayabileceği tarihin sürekli biraz daha ileriye atılmasına sebep olmaktadır. Türk tarafı, ortak metnin müzakerelere başlamak için ön şart olmaması gerektiğini ifade ederek süreci hızlandırmak istese de Rum tarafı görüşmelerin sağlam bir zeminde ilerleyebilmesi için ortak metnin ön şart olduğunda ısrar ederek sürecin kilitlenmesine sebep olmaktadır. Dolayısıyla müzakereler henüz liderler seviyesine gelememiştir.

 

Devamı 21. Yüzyıl’da…

 

 

Suriye Kürtleri: Rojova’da Etnik Yapı ve Kürt Nüfusu

 

Rasim BOZBUĞA*

 

Suriye’de rejim karşıtı barışçıl gösterilerle başlayan olayların iç savaşa dönüşmesi ile etnik ve mezhebi etkenler bu iç savaşın belirgin özelliklerinden biri haline gelmiştir. Hatta ülkenin bazı yerlerinde iç savaş kısmi bir etnik çatışma şeklinde cereyan etmeye başlamıştır. Bu durum kısmi etnik savaşın uzun vadede tam bir etnik savaş haline dönüşmesinin de riskini taşımaktadır. Suriye’nin ‘Yugoslavyalaşması’nı getirebilecek bir etnik savaş riski Türkiye’yi de doğrudan etkileyebilecek bir tehdit durumundadır. Yaşanması muhtemel bir etnik savaşın engellenmesi veya büyütülmemesi sadece Suriye veya Türkiye için değil, bölgedeki tüm insanlar için hayati derecede önemlidir.

Yaşanması muhtemel bir etnik savaşı engellemenin ilk şartı şüphesiz etnik gruplar hakkında doğru bilgilere sahip olmaktır. Suriye’de yaşanan/yaşanacak etnik savaşın taraflarından bir olan/olacak Kürt etnisitesinin Suriye’deki nüfus yapısı hakkında doğru bilgilere sahip olunması, Suriye’nin Yugoslavyalaşmasını engellemek için yapılacak çalışmalarda hayati önemdedir.

Suriye’de Kürt nüfusu üzerine yapılan çalışmalar büyük ölçüde güncel durumu yansıtmayan bilgilere veya farklı çizgideki Kürt milliyetçisi internet sitelerindeki bilgilere doğrudan veya dolaylı olarak dayanmaktadır. Bu bağlamda temel eksiklik, mevcut çalışmaların bölgede yaşayan diğer halklarla ilişkili (Araplar, Türkmenler ve Süryani/Asuriler) farklı dillerdeki kaynakları yansıtmamasıdır. Bu çalışma, Suriye’deki Kürt etnisitesinin Suriye’deki nüfus yapısının Arap, Asuri-Süryani ve Türkmenlerle ilgili kaynaklara da dayanarak idari birimler temelinde incelenmesini hedeflemektedir.

 

Devamı 21. Yüzyıl’da…

 

 

Afganistan’da 2014 Bilmecesi:

Türkistan’da Kartlar Yeniden Dağıtılıyor

 

Özdemir AKBAL*

Sabir ASKEROĞLU**

Turgay DÜĞEN***

 

Afganistan ve Afganistan üzerinden şekillenen politikalar, tartışmalar ve mücadeleler uluslararası ilişkilerde önemli bir yer tutmaktadır. Eski Dünya’nın vazgeçilmez geçiş noktası, tarihi adıyla Güney Türkistan, 19. yüzyıldan itibaren dünya hâkimiyeti için geliştirilen jeopolitik teorilerin önemli bir parçası haline gelmiştir. Tarihi İpekyolu’nun coğrafi keşifler ve siyasi güç dengelerinin değişmesine bağlı olarak önemini yitirmesi üzerine, İpekyolu üzerinde yer alan birçok ticari ve siyasi merkez tarihi eser niteliğine bürünürken, Afganistan coğrafyası yeni mücadele ve savaşların meydanı olarak, uluslararası ilişkilerin her döneminde önemini korumuştur.

Güçlü devletlerin Afganistan’a atfettikleri önem, Afganistan’a ve Afganistan’da yaşayan insanlara zenginliği ve refahı değil, savaşı ve yoksulluğu getirmiştir. 11 Eylül 2001’de ABD’nin NATO ile birlikte Afganistan’a düzenlediği “barış operasyonu” ile Afganistan ve Afganistan merkezli olarak Türkistan’da ortaya çıkardığı bölgesel çatışma, ittifak, tehdit ve fırsatlar, ABD’nin 2014’te Afganistan’dan çekileceği açıklamasıyla birlikte yeniden şekillenmeye başlamıştır. Bu makalede 2001’den itibaren ABD’nin, Rusya’nın, Çin’in ve Türkistan’daki devletlerin Afganistan merkezli olarak geliştirdikleri siyaset değerlendirilirken, 2014 sonrası Türkistan’daki durumun güvenlik boyutu ile ilgili öngörülerde bulunulmuştur.

 

Devamı 21. Yüzyıl’da…

 

 

Zaaflarının Esaretinde Bir Dublajan: Aldrich Ames

 

Mehmet TUZCU*

 

Uzun yıllara yayılan, zahmetli ve yüksek maliyetli çalışmalar neticesinde SSCB’nin en hayati sektörlerine nüfuz etmeyi başarmış olan CIA, 1985 itibarıyla büyük bir karanlığa gömülür. Moskova’daki ajanlar birbiri ardına ortadan kaybolmaya başlamıştır… KGB’nin muhaberatını kaydeden TAW programı çalışmaz olmuştur… Sovyet nükleer silahlarının gücünü tespit etmeye yönelik ABSORB Projesi için geliştirilen Geiger sayacı ortaya çıkarılmıştır…

CIA’de yakın zaman önce geniş çaplı bir karşı-istihbarat operasyonu yürütülmüş, adeta bir cadı avına dönen bu sürecin sonunda, gelecek vadeden birçok personelin kariyerleri mahvolmuştur. Benzeri bir durumla karşı karşıya kalmak istemeyen teşkilat, 1985’te başlayan olayların, içerideki bir köstebekten kaynaklanma olasılığına ağırlık vermemeyi tercih eder. Sızıntının olası kaynaklarına dair yapılan ön soruşturma neticesinde varılan kanı, Moskova’daki tutuklamaların bir kısmının, Sovyet saflarına katılan eski CIA çalışanı Edward Lee Howard’ın faaliyetlerinden kaynaklanmış olabileceği fakat çoğunun, sahadaki görevlilerin kendi hataları dolayısıyla meydana geldiği yönünde olur. Ancak bu netice bazı CIA çalışanlarını tatmin etmez.

 

Devamı 21. Yüzyıl’da…

 

 

Irak’ta El Kaide’nin Doğuşu, Gelişimi ve Bugünü

 

Serhat ERKMEN*

 

ABD tarafından ileri sürülen belgelerde daha sonra Irak’taki El Kaide’nin lideri olan Ebu Musab El Zarkavi’nin 2002 yılından itibaren Kuzey Irak’ta olduğu belirtiliyordu. Ancak dikkatlerden kaçan ya da kaçırılan Zarkavi’nin Afganistan’dan kaçtıktan sonra Saddam Hüseyin rejiminin kontrolündeki topraklarda değil, önce İran’da daha sonra ise Kuzey Irak’taki dağlık bölgelerde bulunduğuydu. Saddam Hüseyin’in her türlü örgütlenmeyi kendisine tehdit olarak algıladığı o dönemde kendi kontrol ettiği bölgelerde El Kaide’nin üslenebildiğine ve kaynak toplayabildiğine ilişkin bir gösterge de bulunmuyordu.

Irak’ta El Kaide örgütlenmesi ve faaliyetleri ABD’nin işgalinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Her ne kadar Irak’ın işgalinden önce Saddam Hüseyin ile El Kaide arasında ilişki olduğuna ilişkin iddialar ortaya atılmış olsa da 2003 öncesinde Irak’ta El Kaide’nin örgütlenmiş olduğuna ilişkin hiçbir inandırıcı kanıt bulunmamaktadır. Hatta ABD tarafından ileri sürülen belgelerde daha sonra Irak’taki El Kaide’nin lideri olan Ebu Musab El Zarkavi’nin 2002 yılından itibaren Kuzey Irak’ta olduğu belirtiliyordu. Ancak dikkatlerden kaçan ya da kaçırılan Zarkavi’nin Afganistan’dan kaçtıktan sonra Saddam Hüseyin rejiminin kontrolündeki topraklarda değil, önce İran’da daha sonra ise Kuzey Irak’taki dağlık bölgelerde bulunduğuydu. Saddam Hüseyin’in her türlü örgütlenmeyi kendisine tehdit olarak algıladığı o dönemde kendi kontrol ettiği bölgelerde El Kaide’nin üslenebildiğine ve kaynak toplayabildiğine ilişkin bir gösterge de bulunmuyordu. Zaten, Zarkavi’nin Irak’a gelişi ve sonrasına ilişkin yapılan çalışmalarda 2003 öncesinde Irak’ta bir El Kaide varlığına ilişkin bir bilgiye da rastlanmamaktadır.

 

Devamı 21. Yüzyıl’da…

 

 

 

Suriye’nin El-Kaide ile İmtihanı

 

Yasin ATLIOĞLU*

 

Son aylarda Suriye kriziyle ilgili en çok konuşulan konuların başında, El-Kaide ile bağlantılı radikal militanların ülke içerisindeki varlığı ve iç savaştaki rolü geliyor. 2011 yılı sonundan itibaren Suriye’nin büyük kentlerinde meydana gelen bir dizi bombalı intihar saldırısı, El-Kaide’nin Suriye’deki iktidar mücadelesine müdahil olmasının başlangıcı kabul edilmektedir. 23 Aralık 2011’de Şam’ın Kefersusa bölgesinde bir istihbarat binasının önünde iki bombalı araçla düzenlenen intihar saldırısı, El-Kaide’nin Suriye’deki varlığını açıkça gösteren ilk olaydır. Suriye’deki intihar saldırıları, bir yandan ülkedeki silahlı çatışmanın aktör çeşitliliğini ve şiddetini arttırırken diğer yandan da özgürlük ve demokrasi talebiyle başlayan sivil ayaklanmanın fikri temellerinin derinden sarsılmasına ve tartışılmasına yol açan süreci başlattı.

2012 yılı başından itibaren Suriye’nin büyük kentlerinde sivilleri de hedef alan bombalı intihar saldırıları artarak devam etti. Şubat 2012’de El-Kaide lideri Eymen ez-Zevahiri’nin Irak, Türkiye, Ürdün ve Lübnan’daki Müslümanları Suriye’deki cihada katılmaya çağıran videosu ve El-Kaide ile bağlantılı En-Nusra adlı örgütün ülkedeki intihar saldırılarının bir kısmını üstlenerek adını duyurması, cihatçı grupların ve yabancı militanların Suriye’deki varlığı konusundaki tartışmaları arttırdı. 2012 yazında çatışmaların Halep ve çevresinde şiddetlenerek yayılması ve ülkenin kuzeyinde devlet otoritesinin zayıflaması ise cihatçı grupların ülkeye militan ve silah girişini kolaylaştırdı. Cihatçı gruplar Suriye’de güçlendirirken Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) tüm dış desteğe ve örgütü yeniden yapılandırma girişimine rağmen sembolik/marka bir örgüt olmanın ötesine geçmeyi başaramadı. Böylece Suriye’deki iç savaş, demokrasi ve özgürlük talepleri yerine mezhepsel vurgunun ağırlığını hissettirdiği ve şiddetin sınır tanımadığı bir silahlı çatışmaya dönüştü. Cihatçı grupların Suriye’deki varlığı ve nüfuzunun genişlemesi, 2013 yazından itibaren Batılı devletler ve uluslararası kamuoyu nezdinde endişeleri arttırmakla birlikte Suriye’nin geleceğini yönelik planlamaların ve bölgesel ittifakların yeniden şekillenmesine de doğrudan etki etmeye başladı.

 

Devamı 21. Yüzyıl’da…

 

 

Türkiye, Suriye ve El Kaide

 

Ceyhun BOZKURT*

 

Soğuk Savaş’ın son dönemine girdiğinde, ABD, Sovyetler Birliği'nin denizlere inmesinin önüne "Yeşil kuşak" projesini engel olarak koyduğunda, dünya yeni bir tehdit ile karşı karşıya kalacağını bilmiyordu. Projenin içinde Türkiye ile birlikte yer alan Pakistan'da istihbaratçılar tarafından eğitilen militanlar, Afganistan'ı işgal eden Sovyetler Birliği'ne karşı sahneye çıkarıldı. Suudi Arabistan finansörlüğünde ABD programıyla eğitilen bu militanlar işgalci güce karşı direnişte büyük mukavemet gösterirken, Hollywood'a da konu edilmiş ve başta Rambo olmak üzere çok sayıda filmde kahraman/özgürlük savaşçısı görüntüsüyle dünya kamuoyuna yansımıştı.

 

Soğuk Savaş'ın bitişinin ardından, ABD'nin dünyada tek süper güç olması ile birlikte, ABD'nin Orta Doğu ve Avrasya coğrafyasına yönelik müdahale zemini için bir düşman ihtiyacı ortaya çıktı. Bu düşmanı, ABD'nin ünlü politika teorisyenlerinden Samuel Huntington "Medeniyetler Çatışması" teorisiyle buldu: Radikal İslam ve Çin. İlk defa bu tezini 1993 yılında Foreign Affairs adlı akademik dergide yayınlanan bir makalesinde ele alan Huntington, 1996 yılında bu çalışmasını genişleterek kitaplaştırdı. Huntington, Çin uygarlığını ve özellikle de İslam'ı Batı'nın karşısına yeni "düşmanlar" olarak konumlandırdı ve bu yolla, "Batıyı diri tutabilmek için" çöken Sovyetlerin yerine yeni düşmanları tanımladı. Bu tanımlamayla birlikte, ABD ve müttefik istihbarat örgütlerince desteklenen Taliban ve El Kaide gibi örgütlenmeler de, bir anda Batı dünyasının düşman adayları oldu. Ancak bunun için önce psikolojik zemin hazırlanmalıydı. Taliban örgütlenmesinin, 1990’lı yıllarla birlikte Afganistan’da adım adım iktidarı ele geçirmesi ve bu ülkeden dünyaya yayılan olumsuz haberler, psikolojik zemine dayanak oluşturdu.

 

Devamı 21. Yüzyıl’da…

 

El Kaide Örneğinde Bir Teorik Deneme

 

Özdemir AKBAL*

 

Dünya, 11 Eylül 2001’de ABD’de gerçekleşen terör saldırıları neticesinde daha önce adını zaman zaman duyduğu El Kaide’yi “özgürlüğün” ve “demokrasinin” düşmanı olarak tanımıştır. Ancak söz konusu örgüt, 11 Eylül saldırıları ile zirve yapan, öncesinde Afrika ve Orta Doğu’nun çeşitli yerlerinde saldırılar düzenleyen bir yapının haricinde bir niteliğe sahiptir.

El Kaide, Afganistan işgali sırasında Taliban ile birlikte ABD’nin desteği sayesinde gelişmiş bir örgüttür. ABD’nin SSCB’nin Afganistan işgaline karşı desteklediği yapılanma bir süre sonra müstakil bir örgüte dönüşmüş ve hatta Afganistan’ın idaresini ele almıştır. Bu yapılanma aynı zamanda ABD’nin önemli müttefiklerinden Suudi Arabistan’dan da yardımlar alarak gelişmiştir. El Kaide, hem Afganistan’ın iç dinamikleri hem de özellikle SSCB döneminde aldığı dış destekler dolayısıyla varlığını sürdürmeyi başarmıştır. Son döneme gelindiğinde ise çok parçalı bir yapıda dünyanın çeşitli bölgelerinde faaliyet gösterdiği ifade edilmektedir. Bu yazıda El Kaide yapılanması terör olaylarını da açıklamaya çalışan Göreceli Yoksunluk ve Kaynak Seferberliği teorileri bağlamında incelenecektir.

 

Devamı 21. Yüzyıl’da…

 

 


 


*Doç. Dr., Anadolu Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

*Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

*21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, Balkan ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Başkanı, This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

*Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü

*21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, Amerika Araştırmaları Merkezi , Merkez Başkanı, This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

**21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, Rusya-Slav Araştırmaları Merkezi, Araştırmacı, This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

***21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, Orta Asya Araştırmaları Merkezi, Araştırmacı, This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

*21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, Bilimsel Danışman

*Doç. Dr., Ahi Evran Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

*Yrd. Doç. Dr., Niğde Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü.

*Araştırmacı-Yazar

*21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, Amerika Araştırmaları Merkezi, Merkez Başkanı. This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display