< < ABD’nin Orta Doğu’dan “Doğum İzni”


ABD’nin Orta Doğu’dan “Doğum İzni”

Yazan  22 Nisan 2014

ABD’nin Orta Doğu’daki durumu bir Facebook statüsüyle özetlenseydi uygun ifade  muhtemelen “biraz karışık” olurdu. ABD iddia edildiği gibi bölgeden “çekiliyor” mu? Yoksa ABD sadece bölgedeki konuşlanması, öncelikleri, araçları, metodları ve angajman kurallarını mı değiştiriyor? Bu yazıda ABD’nin Orta Doğu’dan nispi “geri çekilmesinin” neden, şekil, derece, muhtemel sonuç ve bölgesel aktörlerin hesap ve davranışları üzerindeki olası etkilerini tartışacağız.

Unutmamak gerekir ki, ABD “hep” burada değildi. ABD’nin bölgedeki ciddi anlamdaki varlığı Suudilerle 1930’larda tesis edilen özel ilişkiyle başlamış, Soğuk Savaş’ın ilk döneminde İngiltere ile ortaklık ve  “kalfalık eğitimiyle” devam etmiş ve bu ülkenin 1971’de bölgeden çekilmesi ile beraber onun yerini alarak bölgenin hegemeonu olarak geçirilen 40 küsur yıl ile sürmüştür. ABD bölgeye sonradan gelmiştir ve birgün de gidecektir. “O gün bugün mü?” ya da o “ana” ne kadar yakınız? Soğuk Savaş da, özellikle onun içinde doğup büyüyenler için kalıcı, nihai ve değişmez bir durum gibi görüyordu ama bir gün hem de aniden bitti.

ABD’nin a) başta travmatik Irak tecrübesi olmak üzere bölgedeki başarısızlık kataloğunun büyümesi, b) giderek dış enerji bağımlılığının azalmaya başlaması ve hatta çok uzun olmayan bir dönemde net ihracatçı olma ihtimali, c) ekonomideki sorunlar ve savunma harcamalarını kısma gereği, d) bölgenin iflah olmaz olduğunun düşünülmesi, e) yükselen ve önemi artan Asya’ya daha fazla siyasi, askeri, ekonomik kaynak ve zaman hasredilmesi gereği,  f) Obama’nın nispeten daha az müdahaleci, temkinli, mütevazi ve çekingen dış politika tarzı, g) Cumhuriyetçi Parti’de uzun süredir “uyuyan” izolasyonist eğilimlerin tekrar güçlenmeye başlaması, h) Arap Baharı’nın ABD’yi içinden çıkılması zor seçenek ve açmazlara zorlaması, i) bölgede “fazla bulunma ve görünmenin” teröre hedef olma ihtimalini arttırdığı endişesi gibi faktörler ABD’nin bölgeye olan yaklaşımında önemli sayılabilecek değişimlere neden olmaktadır. 

ABD’nin bölgeden çekilme sürecinin şeklini tahmin edemesek de bu konuda spekülasyonlar yapabiliriz: ABD bölgeden iç ve/veya dış aktörler tarafından “atılacak” mı, bölgeden “sıkılacak”, ona duyduğu ihtiyaç ve ilgiyi kaybedecek mi? Çekilme görülebilir bir gelecekte mi gerçekleşecek, yoksa ABD’nin bölgedeki başat konumu daha uzun süre devam mı edecek? Çekilme hızlı, ani ve beklenmedik mi olacak, yoksa zamana yayılmış, önceden duyurulmuş ve aktörlerin kendilerini hazırlamaları için fırsat verilerek mi? Muhtemelen sınırlı, safhalı, geri çevrilebilir (en azından ABD tarafından öyle olacağı varsayılan), “iki adım geri bir adım ileri”, zaman zaman acil durumlar ve krizler nedeniyle kesintiye uğrayan bir çekilmeden bahsediyoruz.

Bu arada Obama sanki ABD’yi “bu süpergüç işinden çıkarmak” ve onu “sınırlı sorumlu”, “seküler” ve sıradan bir büyük güç haline getirmeye çalışmaktadır: Tek süpergüç değil sadece “eşit ol(may)anlar arasında birinci”.

ABD’nin Körfez’deki petrol ile ilgili çıkarlarını “uzaktan”, daha az müdahaleci bir duruş ve konuşlanma ile koruyabileceği savunulmaktadır. “Daha az asker ve üsle, kriz zamanında hızla bölgeye intikal edecek altyapı ve hazırlıkla bölgede çıkarlarımızı daha az maliyet, zorluk ve ‘tantana’ ile koruyabiliriz.” Ama tekrar hızla ve etkili bir şekilde gelebileceksen bile bölgedeki hasımlar buna tam inanmayıp “bir şanslarını denemek isteyebilirler”. ABD varlığı, müdahaleleri, uygulamaları ve taleplerinden şikayet edenler yokluğunda ABD’yi “mumla arayabilirler”. ABD son dönemde bölgede çok fazla istikrarsızlık ve yıkıma neden olmuşsa da o gidince “bölgesel iç savaş” ihtimali artabilir. 

El Kaide ile mücadele önemli olmaya devam etmekle beraber ABD dış politikasının merkezinde tek belirleyici olmaktan çıkmıştır. Eksik, kusur ve günahları olsa da Obama ABD dış politikasını hem coğrafi ilgi, hem kullanılan araçlar, kovalanan amaçlar ve genel yaklaşım açısından çeşitlendirdi ve Bush dönemindeki saplantılı halinden çıkardı. ABD ağırlığını daha çok Asya’ya vermek istemekte ama bölgedeki kriz ve sorunlar nedeniyle bunu bir türlü yapamamaktadır. Öte yandan, Asyalı devletler ABD’nin bölgedeki müttefikleri ortada bıraktığı algısına sahip olurlarsa Washington’a güvenmekte tereddüt edebilirler. Ayrıca Çin ve Hindistan gibi ülkelerin orta ve uzun vadede bölgede ne kadar aktif olmak isteyecekleri, bunu ABD ile koordineli mi yoksa ona rağmen mi yapmaya çalışacakları, bölgenin güvenliğine katkıda bulunmak için sorumluluk üstlenip üstlenmeyecekleri önemli olacaktır. 

Obama liderliğindeki ABD bölgedeki dost ve müttefik ülkeler ve belki de daha önemlisi rejimlerle ilişkilerinde de daha mesafeli denebilecek bir aşamaya geçmekte, İsrail ile arasına ince, kademeli ve elbette geri dönülmez olmayan eleştirel bir mesafe koymaktadır. ABD, a) bölgesel müttefikler kendi güvenlikleri için daha fazla yük, rol ve sorumluluk alsınlar, b) ABD’nin garanti ve desteğinin müttefikler için bir hak değil nimet olduğu anlaşılsın, c) içerideki ekonomik zorluklarla uğraşmak için biraz soluklanalım ve kendimize gelelim, (belki sonra yine bölgeye döneriz) diye düşünüyor gibidir.

Bu adımlar Obama’nın Türkiye’de çok tahlil edilmeyen realist damarının sonuçlarıdır. Obama Nobel konuşmasında da belirttiği ve değişik şekillerde kanıtladığı gibi askeri güç kullanmaya kapalı değil ama bu enstrümanı büyük çaplı kullanma konusunda oldukça isteksizdir. Bu konuda Obama’yı aşan yapısal ve konjenktürel boyutlar olmakla beraber, onun yerine Cumhuriyetçi adaylar seçilseydi şimdiye kadar muhtemelen Suriye ve belki de İran’a karşı ABD’nin güç kullanmış olacağını sanıyoruz. Obama’nın Marc Lynch, Stephen Walt, Zbigniew Brzezinski, Andrew Bacevich gibi başkalarına yaptırılabilecek güç kullanımına alerjisi olan dış politika entellektüellerinden istifade ettiği bilinmektedir. 

ABD açısından Orta Doğu’da aktif olmanın değişik şekil, yöntem ve araçları olabilir. ABD geçmişte bölgede kara ve denizde askeri varlık bulundurmak, caydırıcı tehdit ve eylemler, kriz yönetimi, demokrasi promosyonu, barış arabuluculuğu, ekonomik destek, müttefikleri bir araya getirmek ve onlara güven vermek, kollamak, yol göstermek, insani müdahale, silah satışı, askeri eğitim, istihbarat varlığı ve işbirliği, kontr-terör,   bölgeyi ziyaret etmek, müttefiklere önemli olduklarını hissettirmek, gerektiğinde güç kullanma kapasite, istek ve maharetinde olduğunu göstermek, müttefikler arasındaki sorunlarda kolaylaştırıcı, arabulucu vs olmak, bölgenin fazla sermayesine ev sahipliği yapmak gibi eylem ve fonksiyonlarda bulunmuştur. Bugünse Obama’ya bölgedeki hoşnutsuz müttefikleri ve içerideki muhaliflerince, “liderlik yapmıyor, pasif, zayıf, yavaş, kararsız, korkak, müttefiklerini korumuyor ve onları biraraya getirmiyor, onlara güven vermiyor, İran’a ‘ütülecek’, hasımlara çok ödün veriyor” şeklinde eleştiriler yapılmaktadır.

ABD ise bölgedeki eski ya da “eskimeyen” müttefiklerinin serzenişlerine karşılık şu tür cevaplar verebilir: “Gidebileceğiniz başka bir yer yok”, “en iyi silahlar bizde”, “mevcut ordularınız bizim silahları kullanıyor, kolayca veya hızla başkasına geçemezsiniz”, “sürü(m)den ilk ayrılmaya kalkanı cezalandırırım”, “(artık) herkesle kavga edemem, hasımlarla anlaşmaya çalışmalıyım, ama korkmayın sizi yüzüstü bırakmayacağım” “sizi korumaktan hiç vazgeçmedim ki”, “akıllıca ekonomik, siyasi ve sosyal reformlar yapmaz ve gücü ve serveti halkınızla paylaşmazsanız sizi ne ben, ne kendiniz ne de bir başkası koruyabilir”.

Bölgede hala 35 bin Amerikan askeri personeli bulunmaktadır. Müttefik devletlerle askeri, istihbarati, ekonomik ve diplomatik temas, işbirliği ve ortaklıklar devam etmektedir. Bölge ülkeleri, bir-iki istisna hariç, ABD silahlarını almaktan vazgeçmiş değildir. ABD’li yetkililer hala sık sık bölgeyi ziyaret etmektedir. ABD Suriye konusunda Sünni ülkelerin beklentisinin gerisinde kalmış olsa da, İran ve İsrail-Filistin konularındaki müzakere süreçlerine liderlik etmektedir. İsrail’i ziyaret eden Obama bu ülkenin halkıyla sorunsuz olmasa da daha önce kuramadığı türden sıcak ve samimi bir ilişki kurmayı başarabilmiştir. ABD’nin İsrail’in varlığına olan taahhüt ve desteği azalmadan devam etmektedir. “O halde siz hangi geri çekilmeden bahsediyorsunuz?” denebilir.

Yukarıdakilerin hepsi doğrudur ve önemsiz de değildir. Ama şu aşağıdakiler de öyle: Müttefiklerin memnuniyetsizlik, şüphe, endişe ve hatta korkuları birikmektedir. Denebilir ki, bu derecede olmasa da Körfez ülkeleri zaten hep bir güvenlik ve terkedilme endişesi ile yaşamışlar, sık sık ABD’nin kendilerini ne kadar koruyacağını sorgulamışlardır. Mısır’da Obama’nın Mübarek’ten çok kısa sürede vazgeçmesi, Suriye’de beklenen liderlik ve kararlılığı gösterememesi, kendinden öncekilere göre İsrail-Filistin barışı için  daha fazla zaman ayırmasına rağmen İsrail’e (henüz?) söz geçirememiş olması, demokratikleşme konusunda muhafazakar rejimleri sıkıştırması, Irak Savaşı sonrasında bölgede Şiilerin yükselişinin önünü açması ve İran ile anlaşarak bölgeyi Tahran’ın keyfine terkedeceği endişesi başta Suudi liderliği olmak üzere vasal yöneticileri giderek daha çok tedirgin etmektedir.

ABD’nin “çekileceği” düşünülürse vasalların da 1) “safları sıklaştırmak”, 2) “yeni abiler aramak”, 3) “kendi kapasitelerini arttırmak” ya da 4) hasımların “suyuna giderek onları yatıştırmak” (appeasement) gibi yollara gitmesi beklenebilir. Türkiye’nin Çin’den silah alımı, Sisi ve Bandar’ın Moskova gezileri, Suudilerin Lübnan ordusu için ABD’den değil Fransa’dan 3 milyar dolarlık silah almaları dikkat çekicidir. Suudiler Körfez İşbirliği Konseyi’ni yeni döneme hazırlamak için çok daha sıkı bir yapıya sokmak istemiş ama bu başta Umman olmak üzere diğer ülkeleri tedirgin etmiştir.  Suudilerin yakın oldukları Navaz Şerif’in seçilmesinden sonra Pakistan askerlerini ülkelerinde konuşlandırailecekleri, bu ülkeyle askeri ittifak anlaşması imzalayabilecekleri ve hatta geçmişte ciddi şekilde finanse ettikleri Pakistan nükleer programının meyvelerinin bir kısmını ülkelerinde misafir edebilecekleri ya da kiralayabilecekleri söylentilerinin artması da önemsiz olmayabilir. Çok önemli güvenlik ihtiyaçları olan Suudilerin ABD’nin daha az aktif olacağı bir döneme tek bir partner yerine çoklu ortaklarla girmek istemesi anlaşılabilir. Riyad Rusya, Çin, Fransa, Pakistan ve hatta İsrail gibi ülkelerle ilişkilerini arttırarak “bütün yumurtaları ABD’nin tek sepetine koymak istemiyor ve hatta belki de ABD’yi “kıskandırmak”, “bak, başka seçenekler yok değil” demek istiyor olabilir. Buzdağının büyük kısmı suyun altındaki Suudi-İsrail yakınlaşması, Mısır’daki darbeyle beraber Müslüman Kardeşler’in püskürtülmesi, Müslüman Kardeşler’in Türkiye ile beraber bölgedeki en ciddi müttefiki olan Katar’ın Körfez rejimlerince dışlanmaya başlaması da önemli ölçüde Suudi hamleleridir.    

Öte yandan eğer İran’ın nükleer programı ve İsrail-Filistin çatışması hakkında geçici veya kısmi değil nihai ve kapsamlı anlaşmalar sağlanabilirse ABD’nin bölgede zayıf, etkisiz ve “kaçıcı” olduğunu iddia etmek güçleşecektir. Ancak Obama dönemi sona ermeden bu iki konunun birinde dahi anlaşma sağlanması ihtimali yüzde 50’den çok fazla değildir. İkisinden birden sonuç alınması şaşırtıcı ve çok büyük bir başarı olur. Bu iki müzakere arasında tanımlanması kolay olmayan bir ilişki mevcuttur. Görüşmelerden birinde başarı sağlanması iyimser bir hava yaratarak diğerinde ivme yaratabilir. Öte yandan İran müzakereleri İsrail’i memnun etmeyen bir şekil alırsa bu ülkenin (haklı veya olmayan nedenlerle) zaten sınırlı ödün verme yeteneğini daha da azalabilir. ABD’nin güvenlik garantisinden daha az emin bir İsrail barış konusunda risk almaktan kaçınabilir ama aslında belki de barışa geçmişe göre daha fazla ihtiyaç duyacağı bir döneme girmiş olabilir. Burada önemli soru –Türkiye’de konuşlu silahları saymazsak- İsrail’in bölgedeki  nükleer tekeli, komşularıyla arasında giderek açtığı askeri üstünlüğü, hasımlarının içlerinde ve aralarında yaşadığı sorun ve çekişmeler  nedeniyle fiziki bir ABD varlığına aslında ne kadar ihtiyaç duyduğudur. İsrail tüm yumurtaları aynı sepete koymama konusunda hep araştırıcı olmuş ve Rusya ve Çin ile ilişkilerini hep belli bir seviyenin üstünde tutmaya gayret etmiştir.  

ABD’nin belki Kırım krizinde de görüldüğü gibi zayıflamaya başladığının düşünülmesi   İran’a da nükleer konuda anlaşmak zorunda olmadığını düşündürtebilir ve bunun yerine ABD’yi oyalamak Tahran’a çekici bir seçenek gibi görünebilir. Rusya-ABD ilişkilerinin bozulmaya devam etmesi bu ülkenin müzakere sürecinde ABD’nin işini zorlaştırmasına neden olabilir. İyimser açıdan bakarsak da, ABD’nin varlık ve şemsiyesinden emin olamayacak bir İsrail o çekilmeden varacağı bir anlaşmayı “ileride bulamayabileceğine”, İran ise bölgede varlığı azalmış bir ABD ile temel sorunlarından en önemlisini çözerse orta vadede Washington’un bölgedeki dostu değilse bile ortağı olabileceğine hükmedebilir. 

ABD’nin yokluğunda İran, Türkiye, S. Arabistan ve eski gücünden çok şey kaybetmiş olsa bile bölgesel ağırlığı belli bir düzeyin altına düşmeyen Mısır arasındaki ilişkilerin nasıl olacağı önemli olabilir. İddia edilebilir ki bu aktörler içinde tercihleri bölgenin geleceğine en çok etki edecek aktör İran olacaktır. İran ABD’yi bölgeden esas olarak kendisinin kovduğunu, onun iradesine boyun eğmediğini, “kendi köşesini” tüm bedel ve kayıplara rağmen iyi savunduğunu ve dolayısıyla yeni dönemin başat oyuncusunun kendisi olacağı/olması gerektiği sonucunu çıkarırısa başka bir Orta Doğu olur. İran Batı ile giderek yumuşayan ilişkilerinden istifade eder ve “büyüklüğünün” sonunda kabul edildiğinin verdiği güven ve doymuşlukla daha yumuşak bir bölgesel profil çizerse farklı  bir bölgeye tanıklık edilebilir.

Türkiye ama esas olarak İsrail’in varolduğu, ABD’nin azalsa da olsa varlık, kapasite ve ilgisinin sona ermeyeceği bir Orta Doğu’da İran hegemonyası beklemek abartılı olur. Ama İsrail’in “bölge ailesinin” haricinde olmaya devam etmesi durumunda İran’ın bu ülkeyi birinci derecede ilgilendirmeyen meselelerde bir tür yarı hegemon ve “eşit olmayanlar arasında birinci” görüntü vermesi beklenebilir. İran’ın nükleer istekleri eğer bir şekilde İsrail ile sürekli gerilim üretmeyen bir şekilde çözümlenebilirse –gerçi başlayan nükleer müzakerelere rağmen bu hala referans senaryo değildir- bu iki ülkenin bölgede rekabetçi ama kavgacı olmayan ikili bir hegemonya kurmaları da beklenebilir. Tabii bu ikinci senaryo İran’ın iç yapısı, dengeleri ve değerlerinde çok önemli bazı değişiklikler yaşanmasını gerektirebilir.

Körfez Arapları ABD’nin İran ile anlaşıp onunla Şah dönemindekine benzer bir vekâlet ilişkisine girmesinden çekinmektedir. Bu iki ülke vekalet, ittifak ve dost değilse bile çok sık danışmalarla beraber artık soğuk savaş ortamından çıkıp “birbirlerinin ayaklarına basmayacakları” bir döneme girebilirler. Böyle bir gelişmenin Türkiye dahil bölge ülkeleri için ne ifade edeceğini hesaplamak zor, ama denemekse imkansız değildir:  Türkiye’nin ABD’nin gözündeki öneminin azalması beklenebilir ama denebilir ki, Ankara örneğin Obama için önemli olduğu dönemde bile zaten bu işten çok fazla ekmek yemiş değildik. İsrail-İran Savaşı ihtimalinin oldukça azalması, İran’ın dünya pazarlarını sunduğu enerjinin miktar olarak ciddi oranda artması, petrol fiyatlarında önemli düşüşlerin yaşanması ve Körfez ülkelerinde (ve Rusya’da?) önemli ekonomik, sosyal ve siyasi buhranların yaşanması beklenebilir. ABD ile keskin bir düşmanlık ilişkisinde olmayan bir İran rejiminin işleyişi, politikaları, doğası ve hatta varlığında bile önemli değişmeler yaşanması beklenebilir. İran içinde bu süreci devam ettirmek isteyenlerle buna karşı çıkanlar arasındaki gerilim üst düzeye çıkabilir.    

Ama yukarıda da belirtildiği gibi bu “eğerler” giderek kulağa daha az yabancı gelmeye başlasa da hala çok yüksek ihtimal değildir ve nükleer anlaşma henüz “referans senaryo” halini almamıştır. Tarafların pozisyonları arasındaki mesafe aşılmaz değilse de önemli olmaya devam etmektedir. Obama’nın görev süresi bitiminde nihai anlaşmanın hala imzalanmamış olması ama belli ara formüllerle “teneke kutunun yoldan aşağıya tekmelenmeye” devam ediliyor olması ciddi bir ihtimaldir. Nispeten daha düşük ama önemli bir senaryo da, anlaşmaya sadece ulaşılamaması değil görüşmelerin kopması ve Obama’nın İran’ın nükleer silah yeteneği kazanmasını kabul etmekle savaş arasında tercih yapmak zorunda kalmasıdır. Hem ABD Başkanı’nın hem de İran’da Ruhani ve ekibinin olayların bu noktaya gelmemesi için ellerinden geleni yapacağını varsayabiliriz. Ama iki tarafta da olduğunu bildiğimiz şahinler ile İsrail ve S. Arabistan gibi 3. taraflar diplomatik süreci baltalama konusunda pekala başarılı olabilirler.    

 

 

 

 

SONUÇ

Aslında Obama’nın ABD’yi bölgeden çekmediği sadece Bush döneminin abartılı ve sürdürülemeyecek aşırı müdahaleci eğilimini törpülediği söylenebilir. ABD’nin Orta Doğu’dan çekilmesinden  kastedilen mutlak değil derece olarak ve fizikiden daha fazla psikolojik ve zihinsel bir geri çekilmedir.

Orta Doğu’dan çekilmek bu niyetle yapılmasa bile dost ve müttefiklerce dünyadan çekilmenin bir parçası, nedeni ve işareti olarak görülebilir. Obama “artık kasabadaki tek şerif, tek tabanca biz değiliz” demiş olmasa bile buna yakın düşündüğünü varsayabiliriz. Obama tarih kitaplarına Amerikan imparatorluğunun gerilemesini ilk ilan eden, bunun  kararını alan, bunu başlatan, hızlandıran, ona mihmandarlık eden ve teorisini yapan lider olarak geçebilir. Bölgede tartışmasız şekilde başat olmayan bir ABD dünyanın süpergücü olmaya devam edebilir mi? Bölgeden çekilen bir ABD’nin dünyadaki prestij, inandırıcılık, caydırıcılık ve etkisinde de gerileme yaşanabilir.

Obama’nın kayıpları, maliyetleri, taahhütleri azaltma stratejisi sorunsuz yürümeyebilir ve geçiş dönemi oldukça buhranlı olabilir. ABD sınırlı bir küçülme hedeflerken kontrolü ve onlarca yılda emekle ve biriktirilmiş stratejik mevzileri elden kaçırabilir. Süpergüçlük sektörü “krizde işçi çıkarıp küçülelim, ekonomi toparlayınca tekrar geri alır büyürüz” diyen şirketlerin mantığından biraz farklı işliyor olabilir. Bu arada Amerika’nın “gerçek” gücü ile bu gücün şöhreti arasındaki makas daralıyor olabilir. ABD gibi bir küresel gücün koruması gereken ya da beklenen çıkarları, salt fiziksel güçle korunabilecekten her zaman daha fazla olacaktır. Bu nedenle şöhret, inandırıcılık ve caydırıcılık gibi çoğaltıcı (multiplier) faktörler belki herkesten çok ABD için gereklidir. Bunlar belki bazen kendi başlarına yeşerebilirler ama canlı kalmaları için sürekli bakıma ihtiyaç duyarlar. Her zaman her yerde olamazsınız ama hasımlarınızın olacağınızdan korkması gerekir. Olmadığınız yere gölgeniz gitmelidir. Bu korku eğer kırılırsa güç, yetenek ve iradeniz yetişemeyeceğiniz kadar çok yerde ve şekilde test edilebilir. Hasımlar dalgınlığınızı veya meşguliyetinizi fırsat bilerek, sadece birbirlerinden cesaret alarak ya da daha kötüsü koordineli bir şekilde oldu-bittilerle sizi denemek isteyebilirler.

ABD çekildikten sonra bölgede etkisini yerel vekiller üzerinden devam etirmeye çalışabilir.  Eğer atadığı ve tamamen ABD’nin iradesini uygulamasa da temel konularda onunla uyumlu çalışan bir ya da daha çok sayıda “bölge valisi” olacaksa Türkiye, İsrail ve ABD ile ilişkisi önemli bir iyileşme yaşaması halinde İran bu rolün muhtemel adaylarıdır. Bu rolü bir devletin tek başına oynayabilmesinin önünde ise “maddi ve manevi” engeller vardır. Arap olmayan bu ülkelerin ABD’nin gözetiminde üçlü bir “kurul” oluşturarak “tatlı bir rekabetten” vazgeçmeden ama birbirlerinin ayağına basmadan uyumlu bir liderlik yapmaları mümkün olabilir.    

 

Şanlı Bahadır Koç

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Amerika Araştırmaları Uzmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...

Error: No articles to display