< < “Sınır”sız Kardeşilikten Stratejik Ortaklığa: Türkiye-Azerbaycan İlişkilerinde Son Durum


“Sınır”sız Kardeşilikten Stratejik Ortaklığa: Türkiye-Azerbaycan İlişkilerinde Son Durum

Yazan  10 Mayıs 2016

Devletler arasındaki ilişkilerin bütünüyle çıkar üzerine kurulduğu uluslararası sistemde Türkiye-Azerbaycan ilişkileri karşılıklı yarara dayalı, samimiyet ve kardeşliğin hakim olduğu bir yapı üzerine inşa edilmiştir. Dünyada eşine az rastlanır bir ilişki biçimi olan söz konusu durum tarihi, etnik ve dini ortaklığın birleştirici gücü ile reel politiğin muhteşem uyumu olarak varlığını korumaktadır. Bu bakımdan iki ülke ilişkileri bu ülkelerin iki büyük liderinin ifade ettiği sözlerde çok mükemmel biçimde formülleştirilmiştir: 14 Ekim 1921’de Azerbaycan’ın Ankara temsilcisi İbrahim Abilov’un güven mektubunu sunduğu toplantıda Atatürk’ün: “Azerbaycan’ın sevinci sevincimiz, kederi kederimiz” sözleri yaklaşık olarak 70 yıl sonra Haydar Aliyev tarafından aynı yoğunluktaki “Biz bir millet, iki devletiz” aforizması ile karşılık bulmuştur. Günümüzde adeta sloganlaşan bu iki veciz söz iki ülkenin dününü, bugününü ve gelişme stratejisini net bir şekilde özetlemektedir: sevinçte de kederde de tek vücut olma ülküsü.

Azerbaycan Türklerinin büyük bir bölümünün Türkiye Türklüğü gibi Oğuz boyundan olması, tarihi süreç içerisinde birlikte aynı topraklarda yaşamanın getirdiği mazi birlikteliği ve coğrafi yakınlık Türkiye’nin diğer Türk devletlerine nazaran Azerbaycan ile daha yakın bir diyalog kurmasını kolaylaştırmıştır. Bu samimi ilişki yakın tarihte yaşanan bazı olaylarla güçlenmiş, bu olaylar iki Türk toplumu arasında adeta tutkal vazifesi görmüştür. 1917’de Çarlık Rusya’nın yıkılışı ile Güney Kafkasya’da ortaya çıkan boşluktan istifade etmek isteyen Bolşevik güçleri ve Ermeniler bölgede Türklere karşı katliamlara başladıklarında Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusu’nun dört aylık çetin bir mücadeleden sonra Bakü’yü kurtarması Azerbaycan Türklerinin hafızalarında hala unutulması mümkün olmayan bir kardeşlik mücadelesi olarak canlılığını korumaktadır.  Buna karşın 1915’te Çanakkale Savaşı’na binlerce Azerbaycan Türkü’nün gönüllü olarak katılması da Türkiye açısından Azerbaycan’a duyulan sevgiyi perçinleyen en önemli hadiselerden biridir. Dolayısıyla iki ülkeyi tek vücut haline getiren; kederde birleştiren Kafkas İslam Ordusu Ruhu ve Çanakkale Ruhu ortak geleceğin inşa sürecinde de etkisini hep sürdürmüştür.

Sovyetler Birliği dönemi iki Türk halkın iletişim kurmasını oldukça zorlaştırmış, demir perdenin demir yumruğu Türkiye ile Türk Dünyası arasına adeta demirden bir sınır çekmiştir. Ancak buna rağmen iki toplum fiziken görüşemese de şiirinde, edebiyatında birbirlerine karşı sevgilerini hep var etmişlerdir. Türkiye ile iletişim kuran hatta Türkiye’ye karşı olumlu bir bakış açısına sahip bir Sovyet vatandaşının Pantürkizm suçlaması ile cezalandırıldığı bu dönemde binlerce Türk aydın da hapse atılmıştır. Rahmetli Vahabzade’nin, Elçibey’in, birçok mütefekkir ve devlet adamının hatıralarında Türkiye sevdasının Moskova tarafından ne denli büyük bir tehdit olarak algılandığı net olarak görülmektedir. Hatta bu uğurda hayatını kaybeden birçok fikir adamı da bulunmaktadır. Örneğin Ahmet Cevat 1937’de Stalin tarafından kurşuna dizildiğinde kendisine isnat edilen suçlar Pantürkizm ve karşı devrimcilikti. Özellikle 1918’de Kafkas İslam Ordusu Bakü’ye girdiğinde yazmış olduğu şiir ilerleyen yıllarda rejim tarafından hep aleyhine kullanılmıştır. Bu şirinde şöyle haykırıyordu Ahmet Cevat:

Ey şanlı ülkenin şanlı ordusu,

Unutma Kafkas’a geldiğin günü,

Gelirken kovmaya Turan’dan Rus’u,

Ayağını Karadeniz öptü mü?

İlk atarken eski burca adımı

Kars kalesi selam topun attı mı?

Sen yaparken orada zafer şenliği

Mağlup düşman kaşlarını çattı mı?

Soğuk Savaş döneminde Türkiye ile SSCB arasında yaşanan gergin ilişki nedeniyle Türkiye’nin Azerbaycan ile iletişim kurması neredeyse imkansızdı. Ancak 1960’ların ortalarından itibaren Türkiye-SSCB arasında yaşanan yakın diyalog gerek o dönemdeki uluslararası yapı gerekse Moskova’nın Türkiye algısı itibariyle olağanüstü olarak nitelendirilebilecek bir gelişmeye kapı aralamış ve devrin Başbakan’ı Süleyman Demirel 1967’de Azerbaycan’ı ziyaret etmiştir. Türkiye’den Azerbaycan’a Sovyet dönemi boyunca yapılan en üst düzey ziyaret olan bu hadiseden iki yıl sonra 1969’da Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay Azerbaycan’a gitmiştir. 1964 tarihli Johnson mektubu sonrasında Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan kırılmaya ek olarak Türk ekonomisinin içinde bulunduğu darboğaz Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile iletişim kurmasının itici unsurları olmuştur. 1965’den sonra yapılan anlaşmalar neticesinde İskenderun Demir-Çelik, Aliağa Rafinerisi, Seydişehir Alüminyum gibi bazı tesisler Sovyet kredileri ile kurulmuştur. Neticede Soğuk Savaş’ın Doğu-Batı arasındaki keskin sınırlarına rağmen ekonomi merkezli geliştirilen Türk-Sovyet ilişkileri Türkiye ile Azerbaycan arasında resmi temasların kurulması için de vesile olmuştur.

9 Kasım 1991’de ise Türkiye’nin yeni kurulan Azerbaycan Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını tanıyan ilk ülke olması bugün hala birçok Azerbaycanlı yetkili tarafından Türkiye’ye karşı bir minnettarlık göstergesi olarak sık sık dile getirilmektedir. Sovyetler Birliği daha resmen yıkılmadan gerçekleşen bu tanıma vakıası, Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemi boyunca izlediği “Sovyetleri tedirgin etmeme” politikasına aykırı bir durum oluşturmaktaydı. Her ne kadar Türkiye İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı blokunda yer alsa da SSCB ile karşı karşıya gelmekten itinayla kaçınmıştır. Bununla birlikte müttefiklerimiz olan ABD, İngiltere ve Batı ittifakı NATO da bu tanınmanın erken olduğu kanısındaydı. Buna rağmen Türkiye’nin Azerbaycan’ı tanıması Türk dış politikası açısından büyük bir cesaret örneği olmuştur.

Günümüzde ise iki ülke ilişkileri ortak tarih ve kültürün verdiği güçle gelişmiş; stratejik ortaklık olarak değerlendirebileceğimiz çok yönlü bir yapıya kavuşmuştur. Bugün iki ülke arasındaki dış ticaret hacmi 5 milyar dolar, hedef ise kısa vadede 10 milyar dolardır. Türkiye Azerbaycan’ın petrol ve doğalgaz sektöründe birçok anlaşmaya taraftır. 2006’da faaliyete geçen Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) boru hattı ile Azerbaycan petrolleri Türkiye üzerinden dünyaya ulaşmaktadır. Bu sayede Çarlık döneminde başlayan ve Sovyetler Birliği döneminde bir devlet politikası haline getirilen Azerbaycan hidrokarbon kaynaklarının Rusya üzerinden dünyaya ulaştırılması politikası büyük oranda sekteye uğratılmıştır. Bir bölgenin ulaşımına hâkim olan gücün jeopolitik ve ekonomik ödülü alacağını bilen Moskova, Sovyetler yıkılana kadar bölgenin tüm demiryolu, gaz ve eski boru hatları ve hatta hava ulaşımını merkezden idare etmiştir.[1] Komünist rejimin cumhuriyetleri merkeze bağlama stratejisinin ürünü olan söz konusu politika ile Sovyet coğrafyasındaki her boru hattı mutlaka Rusya’dan geçirilmiştir. Bu nedenle bağımsızlığını kazanan Azerbaycan’ın kendi kaynaklarını gerçek değeri üzerinden dünyaya pazarlayacak bir boru hattı bile bulunmamaktaydı. 1991’den sonra ise Rusya eski rejimin bu alışkanlığını devam ettirmeye çalışmış ve boru hatlarını Azerbaycan’a karşı koz olarak kullanmıştır. Bu nedenle BTC başta olmak üzere yeni inşa edilen petrol ve doğalgaz boru hatları Azerbaycan açısından ekonomik kazançlarının ötesinde bir anlam ifade etmekte; Azerbaycan’ın Rusya’nın tahakkümünden kurtulması, dahası tam bağımsız bir ülke olabilmesi anlamına gelmektedir. BTC’nin yanı sıra Anadolu’ya Azerbaycan doğalgazının ulaşmasını sağlayan Bakü-Tiflis-Erzurum doğalgaz boru hattı da 2007’de faaliyete geçmiştir. Ayrıca Azerbaycan’ın en zengin doğalgaz sahası olan Şahdeniz-II yatağından çıkarılacak doğalgazı Türkiye’ye ulaştıracak olan ve 2015 yılında Kars’ta temel atma töreni gerçekleştirilen Trans-Anadolu Doğalgaz Boru Hattı’nın da (TANAP) 2018’de faaliyete geçmesi hedeflenmektedir. TANAP’ın devamı niteliğinde olan ve Avrupa’ya Azerbaycan doğalgazının ulaşmasını sağlayacak Trans-Adriyatik Doğalgaz Boru Hattı’nın da (TAP) 2018’de Avrupa’ya ilk gazı pompalaması beklenmektedir.

Ermenistan sınırının kapalı olması ve Tahran’ın Batı ile yaşadığı sorunlar nedeniyle İran bağlantısı riskli olan Azerbaycan açısından Rusya’nın by-pass edilerek kaynaklarını dünyaya ulaştırabileceği en uygun güzergah Türkiye’dir. Türkiye ise Doğu-Batı, Kuzey-Güney hattında sahip olduğu jeopolitik konumu ile son yıllarda “enerji geçiş merkezi” olma stratejisi yürütmektedir. Türkiye’nin bu stratejisini güçlendiren en önemli unsur dünya petrol ve doğalgaz rezervlerinin dörtte üçüne sahip olan ülkelerle buna ihtiyaç duyan Avrupa ülkeleri arasında doğal bir köprü vazifesi görmesidir. Bu bakımdan Türkiye, Azerbaycan ile sürdürdüğü enerji işbirliği ile hem önemli bir enerji koridoru olma hedefine yaklaşacak hem de ihtiyaç duyduğu enerjiyi daha ucuza alabilecektir. Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu enerjinin %70’ine yakınını ithal ettiğini düşündüğümüzde Azerbaycan ile yürütülen enerji işbirliğinin ehemmiyeti daha net ortaya çıkmaktadır. Sadece 2014’te enerji ithalatına 54 milyar dolar harcayan Türkiye’nin bu yükü azaltması da daha kararlı ve istikrarlı bir enerji diplomasisi yürütmesine bağlıdır. Buna ek olarak doğalgazda dışarıya bağımlılık oranının %98’lere kadar vardığı ve bu oranın %65’e yakınının Rusya’dan karşılandığı düşünüldüğünde, 2018’de TANAP’ın devreye girmesiyle Rusya’ya olan bağımlılığın da azalması muhtemeldir. İthalatta Azerbaycan doğalgazının payının artması ile Rusya’nın –son günlerde Suriye krizinde yaşandığı gibi- Türkiye’yi doğalgaz konusunda köşeye sıkıştırma stratejisini de sekteye uğratacaktır. Bu nedenle Azerbaycan ile yapılan anlaşmalar neticesinde daha ucuza doğalgaz ithalatının yapılması dış ticaret açığının azaltılmasını da sağlayacaktır. Bunlara ek olarak, Rusya, Norveç ve Cezayir’den sonra Avrupa’nın dördüncü doğalgaz arteri olma hedefi olan Türkiye,[2] özellikle TAP’ın devreye girmesi ile Batı’ya karşı ‘enerji kozunu’ kullanma imkanına da kavuşacaktır. 

Özetle, tarihten aldığı güçle çok yönlü olarak gelişen Türkiye-Azerbaycan ilişkileri karşılıklı yarara dayalı bir yapıya kavuşmuştur. Son olarak 16 Ağustos 2010 tarihinde iki ülke arasında imzalanan ‘Stratejik Ortaklık ve Karşılıklı Yardım Anlaşması’ ile iki ülke arasında askeri ittifak resmen kurulmuştur.[3] Anlaşmanın 2. maddesinde “taraflardan birinin saldırıya uğraması durumunda diğer ülkenin tüm imkan ve kabiliyetlerini kullanarak diğerine yardımda bulunacağı” yönündeki ifadeler iki ülke askeri ilişkilerindeki en önemli eksikliği ortadan kaldırmış ve ‘stratejik ortaklık’ yapısı tam anlamıyla kurulabilmiştir.

 


[1] Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, Çev. Yelda Türedi, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 2005, s. 195.

[2] Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, “Türkiye’nin Enerji Stratejisi”, Ocak 2009, http://www.mfa.gov.tr/data/DISPOLITIKA/EnerjiPolitikasi/T%C3%BCrkiye'nin%20Enerji%20Stratejisi%20(Ocak%202009).pdf,  (22.03.2016).

[3] Anlaşmanın tam metni için bkz. https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem23/yil01/ss645.pdf, (15.03.2016).

Dr. Esma Saraç Özdaşlı

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display