Ortadoğu'daki Son Gelişmeler ve Türkiye'yi Bekleyen Sorunlar

Yazan  08 Ağustos 2015

​Bugün Ortadoğu'da sınırların, rejimlerin, aktörlerin ve geleneksel ittifakların köklü bir değişim süreci içine girdiği kritik bir dönüşüm süreci yaşanmaktadır. Aslında Ortadoğu'da 20. yüzyıl boyunca pekçok kez devlet dışı aktörlerin silahlı güç kullanmak suretiyle mevcut dengelere meydan okuduğu ve kendi devletlerini kurduğu süreçler yaşanmıştır. Üstelik, bu meydan okuma ve düzen değişikliği her zaman tek bir devletin sınırları içinde kalmamıştır. Ancak 2003'ten bu yana kategorik olarak devlet dışı aktörlerin devletler karşısında güç kazandığı ve asimetrik konumlarını avantaja dönüştürdüğü bir döneme girilmiştir. 1920lerde İngiltere ve Fransa destekli yerel Arap liderlikleriyle, 1940lı yıllarda Yahudi örgütleriyle ve 1970li yıllarda Filistinlilerle özdeşleştirilen sınır aşan devlet dışı aktör hareketliliği 2003'ten sonra hem coğrafi genişleme yaşamış hem de sayıca artmıştır. ABD'nin Irak'ı işgalinin ardından yavaşça Irak, Suriye, Lübnan, Yemen ve Filistin gibi örneklerde Kürt aktörler, Selefi hareketler ve Şii oluşumlar üzerinden mevcut devletlerin sınır ve rejimleri ile bu devletlerin birbirleriyle ilişkilerine meydan okuyan yeni dinamik bir dönem Büyük Ortadoğu Projesi'yle eşleştirilmiştir. ​Her birinin kendisine has tarihi ve geçmişi olan bu aktörlerin revizyonist talepleri, bölge devletleri ya da bölge dışı güçler tarafından pragmatist bir biçimde kullanılınca 2003 sonrası Ortadoğu'da isyanlar, yayılma etkisi gösteren iç savaşlar, vekaleten savaşlar ve devlet-devlet dışı aktör çatışmaları sayıca artmış, coğrafi olarak genişlemiş ve süre olarak da uzamıştır. Arap Baharı sonrası bu denklemin Mısır, Tunus, Libya ve Bahreyn başta olmak üzere diğer bölge ülkelerine farklı ölçeklerde yayıldığı görülmüştür. Bu gelişmelerin tamamı etkilese de daha dar bir kapsamda ele alındığında bugün Türkiye'yi etkileyen gelişmeler PKK terör örgütünün bölücü eylemleri, Suriye ve Irak’ın kuzeyinde yeni Kürt devleti yaratma arayışları, Irak ve Suriye’nin orta kesimlerinde IŞİD önderliğinde yeni bir Sünni Arap devleti kurma çabası ve bu arayışlara İran’ın mezhepsel bağlar üzerinden ürettiği çatışmacı yanıtlardır. Gün geçtikçe kaotik bir hal alan bu durum bölgeyi kökten etkileyecek bir sınırların değişmesi politikasının altyapısını hazırlamaktadır. ​Bu bağlamda Irak ve Suriye'deki gelişmelere odaklanırsak şu genel tespitleri yapabiliriz: ​Irak ve Suriye içinde bulundukları iç savaş nedeniyle güç kaybetmektedir. Her iki ülkede de merkezi hükümetler ülkenin önemli bir kısmını kontrol edememektedirler. Irak'ta ülkenin üçte birini oluşturan Anbar, Musul, Selahattin'in kuzeyi ve Kerkük'ün güneyinde devlet otoritesi bulunmamaktadır. Bu vilayetlere son dönemde Diyala'nın eklendiği de görülmektedir. IŞİD ile Şii milisler ve Iraklı güvenlik güçleri arasında yaşanan çatışmalar azalmamakta tersine hızlanmaktadır. İran'ın silah, eleman ve danışman desteğine rağmen İran yanlısı Şii gruplar IŞİD'e karşı önemli kazanımlar elde edememektedirler. Irak hükümetinin kazanımları genellikle çok yoğun bir maliyet sonucunda elde edilmekte, ancak kazanılan alanların korunması daha büyük bir sorun yaratmaktadır. ​Bunun yanısıra Irak'ta merkezi otoriteyi zayıflatan sadece IŞİD değildir. IŞİD'in açtığı Boşluktan yararlanan Iraklı Kürtler Musul'un kuzeyi, Kerkük, Selahattin'in bir kısmı ve Diyala'nın kuzeyinde oldu bitti yaratarak fiili hakimiyet kurmaktadır. Bu süreçte KDP, Musul'da hiç kontrol edemediği yerlere ilerlerken KYB açık bir şekilde Kerkük'ü kontrol etmektedir. Üstelik bu kontrolün sağlanmasında Irak'ta üslenen PKK terör örgütünün de büyük payı bulunmaktadır. Kürtlerin Irak'taki merkezi otoriteyi zayıflatma çabasının ya da zayıflayan otoriteden faydalanma çabasının en açık örneği bağımsızlık ilanı söylemidir. KDP başta olmak üzere Kürtler bağımsızlık ilan edeceklerini sürekli kamuoyuyla paylaşmaktadır. Bağımsızlık ilanı “şimdilik” ertelenmiş olsa bile Ortadoğu’da yeni bir kırılmanın en büyük habercisidir. ​Suriye'de de iç savaş tam bir tıkanıklık sürecine girmiştir. Herhangi bir kasabanın dahi el değiştirmesi büyük bir kaynak, eleman ve enerji gerektirmektedir. Rejim ülkenin ancak %40'nı kontrol edebilmektedir. Her ne kadar batı ve güneyde önemli yerleşim merkezleri ile stratejik yollar ve ikmal hatları rejimin elinde olsa da Beşar Esad'ın da itiraf ettiği gibi rejimin çatışma kapasitesi zayıflamaktadır. IŞİD ülkede en büyük alanı kontrol eden ikinci aktör konumundadır. Suriye'nin doğusu ve kuzeyindeki bazı bölgelerin önemli hatlarını kontrol etmektedir. PKK/PYD Türkiye Suriye sınırına paralel bir bölge yaratarak üçüncü büyük coğrafi alana sahipken en küçük kısım diğer muhaliflerdedir. Ancak başta Idlib ve Halep'in kuzeyi ile Suriye-Ürdün ve Suriye-Lübnan sınırındaki bölgelerde kritik noktalara sahip oldukları gözden kaçırılmamalıdır. Muhalifler denilen grupların her birinin ayrı bağlantıları olduğunu neye hizmet ettiklerini tam olarak bilmedikleri görülmektedir. ​Suriye'deki çatışma Ortadoğu'nun hemen her ülkesinin müdahil olduğu bir vekaleten savaşa dönüşmüştür. Tarafların ittifakları ve hamleleri bölgedeki diğer gelişmelere göre değişkenlik göstermektedir. Ancak ortada olan en önemli gerçeklik "ılımlı muhalefet" olarak lanse edilen şeyin gerçek bir gücünün olmamasıdır. Suriye'de muhalifler değil projeler çarpışmaktadır. Bu projeler de ülkenin kantonlara veya farklı devletçiklere bölünmesine götüren bir çatışma sistematiğinden başka bir şey değildir. ​Bugün gelinen noktada Ortadoğu’da en önemli sorun sınırların değişmesi, devletlerin otoritelerini kaybetmesi ve devlet dışı aktörlerin yükselişe geçmesidir. Hukuki olarak bir değişiklik olmasa da Irak ve Suriye’de açık bir biçimde sınırları değiştirmeye çalışan iki aktör bulunmaktadır: Kürtler ve Sünni Araplar. ​Değişimi Kim Sonuçlandıracak? ​Irak ve Suriye'de Kürtler ile Sünni Araplar arasındaki en önemli ortak özellik mevcut devletlerin zafiyetlerinden yararlanarak silahlı bir isyan hareketiyle sınırların değişmesini ve yeni jeopolitik durumların ortaya çıkmasını hedeflemeleridir. ​Irak’ta Kürtler 2003 yılından bu yana her fırsatta kontrol ettikleri toprakları genişletmeye, bağımsızlık için petrol kaynakları kontrol etmeye ve dünya ile özgün ilişkiler kurmaya çalışmaktadır. Bunlar çeşitli Kürt yetkililer tarafında da ifade edildiği gibi bağımsızlığa giden yolun köşe taşlarıdır. Ancak bu süreç ABD işgali sonrasında kamu otoritesi yıkılan ve devlet kimliği zayıflayan Irakla sınırlı değildir. 2004’te Kamışlı Olayları’ndan bu yana Suriye’de KDP’nin izlediği bir yayılma siyaseti vardır. KDP bu konuda başarısız olsa da 2011’den itibaren Kürtlerin Suriye topraklarında da Irak benzeri bir oluşuma sahip olma arayışını PKK üstlenmiştir. ​Ortadoğu’daki jeopolitik değişimden yararlanarak 100 yıllık devlet kurma rüyasını hayata geçirmeye çalışan Kürt hareketlerinin Irak ve Suriye ile sınırlı değildir. PKK’nın ortaya çıkışındaki Bağımsız Birleşik Kürdistan hayali, KDP’nin “dört parçanın lideri Barzani” söylemi aslında hedefin bu iki ülkeyle sınırlı olmadığını Türkiye’yi de kapsadığını açıkça göstermektedir. Türkiye topraklarına Kuzey Kürdistan, Irak topraklarına Güney Kürdistan ve Suriye topraklarına da “Rojava” denilmesi coğrafi bir nitelemenin değil açık bir siyasi beklentinin ifadesidir. ​Bugün Irak’tan Suriye’ye uzanan bir “Kürt Kuşağı” projesinden bahsedilmesi de bunun bir göstergesidir. 2000li yılların ortasında konuşulan Şii Kuşağı’na benzer bir şekilde ortada bir Kürt jeopolitiği olduğunun akıllara kazınması için üretilen bu kavram Batı’da destek bulmakta, Türkiye’de ise bazı çevreler tarafından tehdit olarak nitelense de bir süre sonra yine aynı çevreler tarafından fırsata çevrilmek istenecek bir kavrama dönüştürülmektedir. ​Benzer biçimde Irak ve Suriye’de asıl değişimi yaratan ikinci aktör Sünni Araplardır. Sünni Arapların Ortadoğu'daki yeni hareketliliği ABD’nin işgali sonrası Irak’ta dışlanan Sünni Arapların tepkisiyle sınırlı değildir. Bugün Irak, Suriye ve Ürdün’ü doğrudan, Körfez Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi ülkeleri dolaylı olarak kapsayan yeni jeopolitik gerçeklik; İran sınırından Suriye’ye kadar uzanan ve selefi cihatçı ideolojiyi yeni kuruluş ideolojisi olarak göre bir Arap ayaklanması yaşandığıdır. Bu ayaklanma Ortadoğu’daki devlet yapılanmalarını alt üst eden bir özelliğe sahiptir. Sünni dünyası tarafından İran’ın Şii jeopolitiğinin antitezi olarak kabul edildiğinden bir çok siyasi aktörden ve devletten destek almaktadır. Ancak bu ayaklanma Ortadoğu’daki devletlerin altüst olmasına neden olmaktadır. Çatışma tohumlarını derinlere yerleştirmekte ve bölgede etnik ve mezhepsel bir çatışma ortamını kökleştirmektedir. ​Bahsedilen dinamik, bugün İŞİD’le sembolize edilse de IŞİD’in yenilmesi halinde dahi ortadan kalkmayacak bir olgudur. Bu olgu ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında başlayan ve Arap Baharı’yla yayılan Ortadoğu’da sınırların ve rejimlerin değişmesi için bazı aktörlerin ön plana çıkarılmasıdır. Bunun sonucunda Irak’ta en az 3 devlet, Suriye’de ise en az 5 devletin ortaya çıkması mümkündür. Hatta bu devletlerin Lübnan ve Ürdün gibi ülkelerin de kaderini etkileyerek yeni bir Ortadoğu coğrafyası ortaya koymak hedefinde olduğu söylenebilir. ​İşte Türkiye için Irak ve Suriye’deki olaylar bu nedenlerle önemlidir. Türkiye bu çatışma ortamının içine açıkça çekilmeye çalışılmakta ve AKP tarafından izlenilen politikalarla Ortadoğu’daki savaşların bir parçası haline getirilmek istenmektedir. Türkiye, son 10 yılda Ortadoğu'daki değişimin devlet otoritesinin altını nasıl oyduğunu, devlet dışı aktörlerin yükselişini ve bunun Türkiye için yaratabileceği tehditleri öngörmeksizin onları araçsallaştırma yoluna gitmiştir. Irak, Suriye, Lübnan, Mısır, Yemen ve Libya'da farklı örnekler ve farklı temellerde girişilen bu araçsallaştırma orta vadede Türkiye'nin Ortadoğu'daki etkinliğinin azalması ve mevcut sorunların ağırlaşmasıyla sonuçlanmıştır. ​Bu süreçte Türkiye bir yandan Ortadoğu’da yeni bir düzen arayışından ve düzen kurucu olmaktan bahsederken diğer yandan güney sınır boyunca PKK’nın attığı adımları okuyamamış ve sınırlarının kontrolünü kaybetmiştir. PYD’yi bir tehdit- bir fırsat olarak gören anlayış aslında iktidar partisinin PKK’ya bakışının bir yansımasıdır. Çözüm Süreci’ni sürdürme tutkusu sadece ülke içindeki PKK unsurlarının yerleşmesini kolaylaştırmamıştır. Ayrıca Suriye’ye binlerce Türk vatandaşının PKK/PYD lehinde çatışmak üzere gitmesi engellenememiştir. PKK, Suriye’de kendisine coğrafi derinlik, yeni militan havuzu, silahlanma olanağı, dış güçlerle ilişkiye geçme fırsatı, Batı’da meşruiyet kazanma şansı ve yeni bir kurtarılmış bölge yaratırken hükümet bunu engellememiş ve sorunu iç ve dış politikada belirsiz söylemler ve genel geçer ifadeler üzerinden idare ederek oyalama noktasına gitmiştir. ​Suriye’de izlediği politikayla iç savaşın Türkiye’ye de yayılmasına neden olan Türkiye, izlediği yanlış politikadan geri dönmek zorundadır. Sınırlarını IŞİD, El Kaide, PKK veya diğer örgütlerin kontrolüne bırakan bir politika izleyerek halkının güvenliğini tehlikeye atan Suriye politikası şimdi yeni bir maceranın eşiğindedir. Tampon bölge ya da güvenli bölge olarak ileri sürülen kavram Türkiye açısından bir fırsat olarak kamuoyunun gündemine getirilmektedir. Buna göre Türkiye Suriye toprakları içinde bir güvenli bölge oluşturursa Kürt kuşağının birleşmesi engellenecek, muhalifler için yaşamsal bir alan oluşturulacak, Suriyeli göçmenlerin bu bölgeye yerleşmesi sağlanacak böylece hem PKK’nın projesine engel olunacak hem de Esad’ın devrilmesi için yapılan mücadele sürdürülebilecektir. Ancak her sorunun çözümü için harika bir formül olarak sunulan bu proje Türkiye’yi bataklığa sürüklemekten başka bir şey değildir. Suriye'deki olası bir "güvenli bölge"nin büyük bir probleme dönüşebilmesi riskinin 4 temel dayanağı vardır: 1. Öncelikle bir çıkış stratejisi yoktur. Türkiye ilelebet bu topraklarda kalabilecek midir? Kalmayacaksa çekildiğinde ortaya çıkacak şeyin 1991’den sonra Kuzey Irak’taki gibi olmayacağının bir garantisi var mıdır? Burada bahsedilen sadece PYD değil diğer bölgelerdeki unsurların da Türkiye'nin güvenliğini sağlayabilmedeki olası katkıları tartışmalı olacaktır. Bu tür bir güvenli bölge uygulaması büyük bir olasılıkla Türkiye'nin sınırlarının öte tarafında muhatap bulamayacağı bir çok örgütle kalıcı olarak karşı karşıya kalınmasına neden olacaktır. 2. Ülke içindeki Suriyelilerin gönderilmesi büyük ölçüde propagandadan ibarettir. Birkaç yıldır Suriyeli mazlum insanların can korkusuyla Türkiye’ye sığındığını savunduktan sonra onları ulaşım araçlarına doldurup istekleri hilafına her an çatışma alanı olabilecek bir bölgeye yerleştirilmesi büyük ölçüde hayaldir. Fiziki olarak mümkün olsa bile siyasi olarak son derece çetrefil sorunlar yaratacaktır. 3. Türkiye'nin güvenli bölgeyi kendi kendine kurma çabası aslında stratejik olarak yanlış bir varsayım üzerine inşa edilmektedir. Bu varsayım, YPG'nin kantonlar arasındaki Arap/Türkmen bölgeyi kontrol edip, IŞİD'i çıkarmanın ertesinde kantonları birleştirmesidir. Fakat sahadaki gerçeklik YPG'nin bu düşünceyi gerçekleştirecek bir fiziki gücü olmadığı yönündedir. Türkiye'nin bölgeye girmesi ve buradaki çeşitli örgütleri temizlemesi halinde sahada güvenliği Türkmenlerin sağlayacağı tezi Türkiye kamuoyunun kulağına hoş gelse de iki nedenle gerçekçi değildir: a. Sahada bu tür bir gücün altyapısını oluşturacak ölçüde Türkmen savaşçı yoktur. Halihazırda başka grupların altında savaşan yüzlerce Türkmen olmasına rağmen bunların gazetelerde yazdığı gibi bölgeyi kontrol edecek ölçekte bir güç oluşturması sahayı bilen kişiler için gerçekçi görünmemektedir. Elbette Türkmen savaşçılar tek bir çatı altında toplanabilirler, fakat bu gücün boyutu anılan alanı kontrol edebilecek ölçüde değildir. b. İkincisi bu tür söylemlerin gündeme getirilip sonra da sözde kaması Türkmenleri tehlikeye atmaktadır. Sahada hakim olan gruplar, Türkmenlerin Türkiye tarafından silahlandırılıp, desteklendiğini düşündüklerinden onlara karşı pozisyon almakta ve özellikle yerel halka baskı yapmaktadır. Dolayısıyla geçmişte olduğu gibi bir kez daha Türkmenlerin silahlandırılmasından ve onlardan bir güç oluşturulmasından bahsedip, sonra da bu sözlerin havada bırakılması Türkmenler için bir destek değil yaşamsal bir sorun olmaktadır. 4. Son olarak Türkiye’nin böyle bir operasyon yapması halinde birkaç örgütle aynı anda çatışmaya sürükleneceği ve ülkede bir kaos ortamı ortaya çıkacağı söylenebilir.

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display