DEVLETLERİN POLİTİKALARINDA DİPLOMASİ, GÜVENLİK VE EKONOMİ

Yazan  04 Aralık 2019

Türkiye uzun zamandır siyasi, iktisadi ve sosyal hayatını uluslararası ilişkilerde mevcut dünya düzeninin dışında değişik bir siyaset anlayışı ile sürdürmeye çalışmaktadır.

Bunun tek sebebi ise halkın oylarıyla iktidara gelmiş siyasi kadroların İslamcı bir anlayışa sahip olmalıdır. Ne var ki, iktidarın bürokratik kadrolarının tamamının bu görüşte olmamaları, kapitalizmle iç içe bulunmaları, Hıristiyan ve Musevi dünyası ile olan bazen iyi bazen kötü ilişkiler iç ve dış siyasette ciddi dalgalanmalara sebebiyet vermektedir. Zira uluslararası ilişkiler birkaç yılda değiştirilecek, münasebetlerin gözden çıkarılacağı bir alan değildir. Hemen her dönemde olduğu gibi 21.yüzyılda da siyasal kadrolar uluslararası ilişkileri de göz önünde bulundurarak görüş ve düşüncülerine uygun bir siyaset anlayışını kendi toplumuna ve küresel güçlere kabul ettirmelidir. İşte küresel güçler Türkiye ne zaman bir duraksama, tökezleme ya da baş kaldırı gösterse ’’Tarih Yapan Türk’lerin Yalnızlığı’’ senaryosunu devreye almaktadır. Aslında Türk’lerin yalnızlığı bugüne münhasır bir durum değildir. Türk Tarihinin derinliklerine inildiğinde Orta Asya’dan beri bu yalnızlık devam etmektedir. Güçlü, kararlı ve bilge liderlerin yönetimindeki Türk Devletlerinin uluslararası ilişkilerde altın çağlarını yaşadıkları da bir vakıadır. Bu çağlarda liderler toplumu tek ülkü etrafında toplamışlar ve bireylerin dolayısıyla da toplumun refahı yüksek seviyelerde seyir etmiştir. Türk Devletlerinin çöküşü ise diplomasi mağlubiyetleri sonrası toprak kayıpları ile sosyal ve iktisadi sebeplere dayanmaktadır. Türkiye’nin içinde bulunduğu diplomasi, güvenlik ve ekonomik durumu dersin başlangıcı olarak kısaca özetleyemeye çalışalım.

Diplomasi nedir? Dış politikada meselelerin müzakereler yoluyla, barışın sağlanması sanatı olarak tanımlanabilir. Daha açık bir ifadeyle meselelerin barış için çözülmesinde devletlerin karşılıklı olarak yürüttükleri strateji, taktik ve maharettir. Ne var ki, bilginin her şey olduğu ve iletişimin her şeyi yönettiği bir dünyada diplomasinin kamuoyundan ve sivil toplum kuruluşlarından etkilendiğini de göz önünde bulundurmak gerekir. Fakat bu anlayışın ne kadar etkili olduğu bugün için tartışılan bir konudur. 21. Yüzyıl demokrasilerinde de ülkelerin güçlü liderlerle yönetildiği unutulmamalıdır. Türk Devletleri’nin yönetiminde lidere duyulan saygı, sevgi, sadakat, güven ve itaatin önemli olduğu açtığınız her tarih sayfasında açıkça görülmektedir. Bu sebepledir ki, Türk’ler yedi bin yıllık tarihin her anında yer almaktadır. Skolastik düşüncenin hâkim olduğu topluluklarda ilerlemenin, gelişmenin ve huzurun olmadığı dikkate alınırsa Türk toplumunun belirli bir dönemden sonra değişen, gelişen dünyanın gerisinde kalması affedilemez bir neticedir. Yaklaşık iki yüz yıldır bocalamamızın en önemli sebeplerinden biri teba olarak yaşamanın, yerini bilim ve akla bıraktığının fark edilmemesi gösterilebilir. Halkın desteğiyle iktidar olan siyasi partilerin çağdaşlaşma yolunda dar bir kadro anlayışıyla ülkeyi yönetmeye kalktıklarında toplumun zaafa uğrayacağı kaçınılmaz bir gerçektir. Bugün için ülke içinde diplomatik inceliğin kaybolduğunu ve adeta içeriden dışarıdan diplomatik bir çelme ile karşı karşıya kaldığımız görülmektedir. Küresel bir dünya düzeni kurma anlayışıyla yola çıkan ABD, İsrail, Rusya ve AB’nin batı kanadı kadim Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı kan gölüne çevirmişlerdir. Bu kalkışmanın iki sebebi bulunmaktadır. Birincisi, dünyada bulunan 1.729,7 milyar varil (244,1 milyar ton) petrolün %54,4’ü (%48,3’ü Ortadoğu, %6,1’i K.Afrika) olan 961,4 milyar varil (121,3 milyar ton) petrolü kontrol altına almak ve dünyada bugün için bilinen 196,9 trilyon m3(6.951,8 trilyon feet küp) doğalgazın %42,4’ü (%38,4’ü Ortadoğu, %4’ü K.Afrika) olan 89,9 milyar mdoğlagaza sahip olmaktır. Diğer taraftan dünya tüketimin %19,7’si olan 919,7 milyon ton petrol ile dünya doğalgaz tüketimin %21,2’si olan 817,1milyar m3 doğalgaz tüketen ABD’nin başkanı ’’Suriye’deki petrol kaynaklarını kontrol altın aldık’’ açıklamasına ne hikmetse hiçbir ülkeden ses getirecek bir cevap gelmedi. Gelmesi beklenir miydi? Cevabı için Suriye’nin kaynaklarına bakalım. Suriye’nin petrol rezervi 2,5 milyar varil (yaklaşık 300 milyon ton), doğalgaz rezervleri de yaklaşık 300 milyon m(9,5 milyar feet küp) yani, ABD’nin yılda kullandığı bu kaynakların 1/3’üdür. ABD kendisine yılın ilk dört ayında yetebilecek bu kaynakları niçin güvence altına alsın?  Hedef tüm bölgeyi işgal etmek olduğu için bu fırsatı ganimet bilip Türkiye, İran ve Ortadoğu’da hâkimiyet kurmaktır. Çirkin Amerikalı rolünü oynamaya devam emekten başka çareniz yok sanırım. Ancak başka bir ülkenin topraklarını işgal edip o ülkeye ait kaynaklarına el koyup ve satmak hukuken suç değil midir? Diğer taraftan fosfat yatakları, zeytin ve zeytinyağını da mı güvence altına almış oluyorsunuz? Hıristiyan dünyasından bu işgalle ilgili bir sesin yükselmeyeceği açıktır. Gür bir ses halkını arkasına alacak tehditkâr bir eylem ya Türkiye’den ya da ümmetten gelmelidir değil mi? Ümmet kendi sevdasının peşinde olduğuna göre Türkiye her konuda ileri adımlar atarak ABD’ye acı bir ders vermelidir. Devlet erkânı hiç bir şeyden çekinmeden, korkmadan yılmadan bu millete verdiği sözü tutup ABD ile mücadele etmelidir. İşte diplomasi böyle bir şey değil de nedir?

İkincisi güvenlikle ilgili meseledir. Güvenlik nedir? Bireyin ya da toplumun tehditlerden, korkulardan, tehlikelerden korunarak hayatını güven içinde idame ettirmek diye tanımlanabilir. Yani varlığını korumak ve devamını sağlamak kaygısıdır. Bir devletin güvenliği demek, o devlete ait her türlü kaynağın ele geçirilmesine, özgürlüğüne ve işgaline karşı koyarak hayatını devam ettirmek gayretidir. Ülkelerin güvenliğini sağlayan da devlet dediğimiz güçtür.

Emperyalizm Türkiye, İran ve Arap ülkelerinin başını mümkün olduğunca eğik tutmak istemektedir. Aslında BOP ve Arap Baharı ile başlayan hareketin hedefindeki ülke Türkiye’dir. Türkiye’nin 35 yılda 400 milyar dolar civarında bir parayı terör örgütleriyle mücadeleye harcaması emperyalizmin istediği bir sonuçtur. Ancak teröre boyun eğmeyen Türkiye, iktisaden kıskaç altına alınmaya çalışılmış yine başarısız olunca şimdi devreye Türkiye’nin nüfus yapısı üzerinde oyunlar oynamaya başlamışlardır. Gerçekten bir kavimler göçü olarak adlandıracağımız sığınmacıların adeta istilasına uğramış olan Türkiye’nin yıllar sonra karşılaşacağı kötü durumun müsebbipleri kimler olacaktır? Olayı bir din, bir acıma hissi ve insanlık adına el uzatmak olarak değerlendirmeden önce bu meseleyi ülkenin ve o insanların geleceği açısından bakarak değerlendirmek gerekmektedir. Karar vericilerin sokağa çıkarak halkın düşüncülerini de alarak karar vermeleri ülkenin geleceği açısından önemlidir. Bu konuda Sn. Ümit ÖZDAĞ’ın 21 Nisan 2019 tarihinde 21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Sitesi’nde yazdıklarından bazılarını aktararak durumun vahametini gözler önüne serelim: ’’ Kayıtlı 3.8 milyon, kayıtsız 1.5 milyon toplam 5.3 milyon Suriyeli sığınmacı Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı en önemli sorundur. Sayıları hızla artan ve 2040’da 10 milyona çıkacak olan Suriyelilerin Türkiye’de kalması durumunda Türkiye ağır krizler içinde iç savaş ve parçalanma sürecine sürüklenecektir. Hangi partiye oy verir ise versin Türk halkının % 85’den fazlası Suriyeli sığınmacıların vatanları olan Suriye’ye dönmesi gerektiğini düşünmektedir. Türk halkının tepkisini bilen Erdoğan konuyu zamana yayarak ve vatandaşlarımızı buna alıştırarak Suriyelilere vatandaşlık verme politikası izlemektedir. Bir yandan bürokrasiye verilen brifingler ile mültecilerin % 80’inin geldikleri ülkeden geri dönmediği masalı anlatılmakta ve Suriyelilerin de geri dönmeyecekleri bilinçaltlarına işlenmekte diğer yandan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Kilis için hazırladığı 1/100.000.000 ölçekli yerleşim planında Suriyelilerin geri dönmeyeceği açıklanmaktadır…40 milyar Doları Suriyeli sığınmacılar için harcamasaydık ne olurdu? 40 milyar Dolar daha az borcumuz olurdu. Peki, 40 milyar Dolar daha az borcumuz olsaydı ne olurdu? Ege Cansen’in bir başka hesabı üzerinden hesaplayalım. 3. Hava limanı için Türkiye % 7.5 milyar Dolar dış borç almış. Bunun için yılda 500 milyon Dolar faiz ödüyor. 40 milyar Dolar dış borç için yılda kaç milyar Dolar faiz ödüyoruz? 2 milyar 850 milyon Dolar. Evet, koskoca bir nerede ise 3 milyar Dolar ödüyoruz. Ve bunu yaptığımız harcamaların üzerine her sene yıllarca ödeyeceğiz. Erdoğan’ın Suriyeliler politikasının Türk halkına bedeli budur.  ’’ Sn. ÖZDAĞ 8 Temmuz 2019 tarihli makalesinde tehlikenin nasıl büyüdüğünü şöyle dile getirmektedir: ’’… Peki, kimler Suriyeli sığınmacıların Türkiye’de kalmasını istemektedir. Suriyeli sığınmacıların Türkiye’de kalmasını isteyenlerin başına Suriye’den Arapları kovan, aç kalmaları için evlerini ve tarlalarını yakıp yanan tarlaların kenarında halay çeken PKK-YPG çeteleri ve onun Türkiye’deki uzantısı HDP adlı partimsi amorf yapı gelmektedir. PKK-YPG adlı etnik temizlikçi, emperyalizmin uşağı narkotik çete ve Türkiye’deki sahte siyasal uzantısı, Suriyelilerin evlerine dönmelerinin Kuzey Suriye’de kurulmak istenen terör devletinin engelleyeceğini bilmektedir. Suriyelilerin Türkiye’de kalmasını selefi cihatçı denilen IŞİD, Nusra ve benzeri adlarda örgütlenen kozmopolit, İslam ve İslam medeniyeti düşmanı,  emperyalizmin beşinci kolu olan çeteler istemektedir. Çünkü bu çeteler gelecekteki terör alanı olarak Türkiye’yi hedeflemektedirler. Suriyelilere içlerinde büyüyecekleri koza olarak bakmaktadırlar. Bu küçük grubun AKP üzerinde büyük ve etkili şekilde baskı yaptığı görülmektedir. Suriyeli sığınmacılara vatandaşlık verilmesinin propagandasını yapan üçüncü grup ise tanıdık bir güruhtur. Bu güruh, 2002’de “Kıbrıs’ın jeopolitik önemi yok, verelim gitsin” çığlıkları atanlardır. Bu güruh, 2007-2014 arasında “Kahrolsun Ergenekon, yaşasın cemaat” diye salya sümük Türk Ordusuna saldıranlardan oluşur.  Bu güruh, 2009-2015 arasında “Öcalan güzellemesi yapan, Türk bayrağının isminin değiştirilmesi gerektiğini” söyleyenlerden oluşur.

Suriyeli sığınmacılara Türkiye’de kalsın diye çırpınan dördüncü grup ise FETÖ’cülerdir. Türkiye’nin karışması için her fırsatı sonuna kadar istismar eden bu çete şimdi Suriyelilerin kalmasının propagandasını yapmaktadır.

Şimdi bu güruhlar kumbaralarına yeni jeton atıldığı için koro halinde Suriyelilerin vatanlarına dönmelerini isteyen ve bunu ifade edenleri “ırkçı” olmakla ve halkı Suriyelilere karşı kışkırtmakla suçlamaktadırlar. Bu dört grubun dışında başkaları da Suriyelilerin Türkiye’de kalmasını istemektedir. Kimdir bunlar? ABD, Suriyelilerin Türkiye’de kalmasını istemektedir. Avrupa Birliği, Suriyelilerin Türkiye’de kalmasını istemektedir. İsrail, Suriyelilerin Türkiye’de kalmasını istemektedir. Arap ülkeleri olan Lübnan ve Ürdün Suriyelileri entegre etmeyi reddedip geri yollarken, Türkiye’den imkansız olan istenmekte ve Suriyelileri entegre edin denmektedir. Çok entegre etmek istiyorsanız alın siz entegre edin.’’ Sn. ÖZDAĞ’ın 21 Kasım 2019 tarihli yazıdaki tespitlerin de sığınmacılarla ilgili bir planın olduğunu açıkça göstermektedir. ’’…Ortadoğu ve Batı Asya’nın kavimleri Türkiye’nin milli kimliğini tehdit eder şekilde stratejik göç mühendisliği ile harekete geçirilmiştir. Stratejik göç mühendisliği konusunda çalışmalar yapan Kelly M. Greenhill, stratejik göç mühendisliğini şöyle tanımlamaktadır: “Stratejik göç mühendisliği tabiri, devletler ya da devlet dışı aktörler tarafından, belli bir bölgede yaşayan nüfusun güçlendirilmesi, zayıflatılması ya da muhtevasının değiştirilmesini sağlayan yollarla, askeri ve siyasi amaçlar dâhilinde kasti şekilde yaratılmış iç ve dış göçleri ifade ediyor… Mühendislik eseri göçleri yaratan araçlar, tehditten askeri güç kullanımına, kazanç vaadinden finansal teşviklere, hatta normalde kapalı olan sınırların açılıp basitçe geçişin kolaylaştırılmasına uzanan geniş bir skalayı kapsıyor.” Amacı belli olan bu hareketin Türk soyunun bu coğrafyada yok edilmesi amacıyla emperyal ülkeler tarafından planlandığını artık Türk halkı zaman geçirmeden öğrenmelidir. Türk halkının tüm kaynakları ayrıcalıklı bir şekilde tarihin her döneminde bize düşmanlık yapmış bir soyun torunlarına sunulması çok düşündürücüdür.  Hem de ülkeleri için savaşmaları gereken bir dönemde… Bu noktada şu soruyu sormadan da geçemeyeceğim: Doğu TÜRKİSTAN sizleri ne kadar ilgilendiriyor? Türk-Kürt, Alevi-Sünni, Müslim-Gayrimüslim, Ülkücü-Devrimci, Sağcı-Solcu ayrımcılığına bir de Türk-Arap ayrımcılığı da ilave edilirse hiç şaşmamak gerekir. Tanrı Korusun…

Türkiye’nin güvenliğinin ciddi tehlike altında olduğunu Sn. Cahit A. DİLEK 20 Kasım 2019 tarihindeki makalesinde şöyle dile getirmektedir: ’’…11 Eylül saldırısı sonrasında ABD Afganistan'ı işgal ederken aslında GOKAP projesinin en doğudaki ucuna müdahale etmiş oluyordu. 2011'de başlayan Arap baharı hareketiyle de en batı ucundan fitili ateşlenmiştir. Doğudan ve batıdan GOKAP sahasının ortasına doğru gittikçe artan şekilde terör ve çatışma ortamı yaratıldı. Bu projenin nihai hedefinde aslında iki ülke vardı: İran ve Türkiye. Proje öyle dizayn edilmişti ki Türkiye proje sahipleriyle birlikte hareket etmesine rağmen bütün bu olup bitenlerden en çok etkilenen ve dönüştürülen ülke oldu. Çünkü 1980’lerin başından bu yana zaten PKK terör örgütü Türkiye’nin başına bela edilmişti. 1990’daki Birinci Körfez krizinde de yine en çok etkilenen ülke olmuştu. Yani Türkiye 11 Eylül’den çok önce aslında GOKAP projesinin örtülü hedefiydi… ABD'nin 2014 yılında uygulamaya koyduğu Arı Kovanı operasyonu sonrasında, Irak'ı yeniden kaotik bir ortama sürükleyecek, iç çatışma ortamı sağlayacak, İran Devrim Muhafızları Ordusu'nun Irak'taki faaliyetlerini engelleyecek, Irak'ı parçalanmanın eşiğine getirecek ve en az 30 yıl sürmesini planladığı Kara Bahar adı altında bir operasyon uygulanacaktı. Irak ve İran'da saman alevi aniden başlayan ve yaygınlaşan gösteri ve çatışmalar, hükümet aleyhi artan halk tepkisi, İsrail'in Suriye ve Irak'ta İran hedeflerini sürekli vuruyor olması, ABD'nin Irak'taki askeri varlığını artırması, Irak-Suriye sınırın her iki tarafında zırhlı askeri güçler konuşlandırması Kara Bahar Operasyonunun başladığını gösteriyor olabilir. ABD'nin, Suriye kuzey-doğusunda ise güvenli bölge tesisi gerekçesiyle Almanya liderliğinde 30 bine varacak bir NATO gücünü konuşlandırmaya hazırlanması Irak ve Suriye üzerinden İran'a karşı yeni yeni ittifak ve operasyonun bir diğer emaresi. Terörle Küresel Savaş ve Arap Baharı GOKAP alanını kan gölüne çevirmişti ama Şii-Sünni savaşı çıkaramamıştı. İşte şimdi bunu Kara Bahar Operasyonu ile deneyecekler. Türkiye gelişmelerden en çok zarar gören ülke olmaya ve ABD/Batı ile birlikte hareket etmeye devam ediyor. Kara Bahar Operasyonu bunu daha da artıracak.’’

Sn. DİLEK 12 Kasım 2019 tarihli makalesinde emperyal güçlerin Türkiye üzerinde oynamak istedikleri oyunu açık bir şekilde anlatmaktadır. ’’… Condoleezza Rice 2003'te Kuzey Afrika'dan Afganistan'a 22 ülkenin dönüşeceğini söyledi ama bu dönüşümün nasıl ve hangi araçlarla söylememişti. İşte o terördü. Başlangıcı ise belki de küresel terörün ilk saldırısı olan 11 Eylül'dü. Bugün bölgemizde El Kaide ve IŞİD üzerinden ve buna ek olarak bölgemizde PKK terör örgütü kullanılarak yapılan da bundan aşka bir şey değil. Bunun yanına 100 yıl önce yarım kalmış Sykes-Pico ve Sevr paylaşımlarının tamamlanması mücadelesini de koymak gerekir. Genişletilmiş Ortadoğu'da bu dönüşüm ve yeniden dizayn yaşanırken Batı'da yeni dünya düzeninde etkisini kaybetmemek üzere ilişkilerin, ortaklıklarını yeniden düzenliyor.  Öyle ya terörle küresel savaşta gelinen nokta Rusya'yı SSCB'nin pozisyonundan daha etkin bir hale getirdi. Suriye'ye müdahil olmasıyla üs ve nüfuz alanları oluşturdu. Kendisini çevrelemeye çalışan NATO'nun güneyi sınırlarında delik açtı. NATO'nun güneyinde konuşlandı. Ortadoğu ve Afrika'da nüfuzunu genişletiyor… NATO yeni üyelerle (Gürcistan ve Ukrayna gibi) genişleyip Rusya'yı kuşatmaya, Karadeniz'i NATO gölü haline getirmeye ve Rusya'nın Türkiye güneyine yerleşmesine cevap vermeye çalışıyor. NATO artan üye sayısı ve Türkiye gibi Rusya ile işbirliği yapan üyeleri nedeniyle hantal bir yapıda da olsa NATO üzerinden Rusya'yı rahatsız etmeyi deneyecektir. Ancak ABD'nin Kuzey Avrupa, Doğu Akdeniz, Karadeniz, Basra Körfezi, Arap yarımadası, Aden Körfezi, Güney Çin Denizinde vs mini-NATO'larla bir ittifaklar ağı kurmakta olduğu gözden kaçırılmamalı. ABD için büyük NATO yerine mini-NATO'lar daha kullanışlı araç haline dönüşüyor. İşte böyle bir ortamda Türkiye 35 yıldır terörle mücadele ediyor. Türkiye PKK'ya angaje edilerek çevresinde olup bitenlerin farkın varması engelleniyor.  Bu süreçte PKK terör örgütünü askeri anlamda 5-6 kez bitirmesine rağmen PKK terörü Türkiye ve bölge ülkelerini dönüştürüyor, Suriye kolu YPG üzerinden aklanıp siyasi kimlik kazandırılıyor. Suriye kuzeyinde büyük Kürdistan'ın ikinci parçası oluşuyor. Tam da böyle bir anda, iç cephenin iyice dağılmasına yol açacak şekilde 10 Kasım'da Cumhuriyet, Osmanlı, Atatürk ve Türk devrimleri tartışmaları Türkiye'yi oyun dışına itiyor. Bu da yeni dünya düzeninde Türkiye'yi söz sahibi değil dizayn edilenler arasına sokuyor.’’

Diğer taraftan içeride ülkenin demokratik, laik, sosyal, hukuk düzenini yıkarak devleti ele geçirmeye çalışan terörist grupların bulunduğunu da unutmamak gerekir. Bu güçler devleti niçin ele geçirmek istemektedirler? Bir yanda ABD, AB, İsrail, İngiltere, Rusya’nı destekledikleri pkk, ypg, pyd gibi terör örgütleriyle yine bu emperyal güçlerin desteklediği ülke içindeki yüce İslam dinini istismar eden dinci topluluklar ve cemaatler. Bu noktada Türk Halkı adına şu soruyu sormak yerinde olur sanırım: ’’Tanrı’nın yolundan gitmek varken ve bu yolu gösteren bir Yüce Peygamber’in öğütleri bulunurken siyasiler, aydınlar, bürokratlar, akil adamlar, ordu mensupları, iş adamları, yazar-çizerler akıllarını niçin emperyalizmin beslediği cemaat ve dinci gruplara teslim ederler? Niçin? 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü ile görüldü ki, bu dinci terör gruplarının hedefi mevcut iktidarı yıkarak Türkiye’de bir şeriat devleti kurmaktır. 93 yılın sonunda Türkiye’de sosyal ve kültürel hayatın geldiği noktaya bakınız! Sorulması gereken ikinci soru da şudur: Hoca hala muhterem hoca efendi midir? Hoca efendiye yaptığı hizmetlerden dolayı şükranlar sunuluyor mu? F. Gülen hareketi masum bir kültür hareketi midir? Cemaatin devlet kadrolarına yerleştiği doğru değil midir? Bu bir iftira mıdır? Bu oluşum medeniyetler ittifakının da vicdanını mı oluşturmakta mıdır? F. Gülen olmadan yüreğiniz hala buruk mudur? Fetöcü ilan edilen bir savcının heykeli hala dikilmek istenmekte midir? Bu sorulara bir zamanlar evet diyenler şimdilerde neredeler acaba? Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin bu ve benzeri tüm cemaat ve terör örgütleriyle amansız mücadelesi devam etmelidir. Çünkü halk bu konuda yanlarındadır.

İktisat nedir? İktisat, mevcut kaynaklarla, insanların ihtiyaçlarını karşılayabilmek için malların üretim, bölüşüm, değişim ve tüketimini inceleyen bilim dalıdır. Devlet iktisadi hedeflerine ulaşmak için yani büyüme, gelir dağılımı adaleti, eşitsizliğin en aza indirilmesi, düşük enflasyon, halkın refah seviyesinin artması, fiyat istikrarı ve iktisadi güvenlik konularında aldığı kararlarla iktisadi politikasını yürürlüğe koyar. Türkiye uzun yıllar ithal ikameci dışa kapalı bir iktisadi politika yürütürken, 24 Ocak 1980 kararlarıyla birlikte dünya ekonomisiyle bütünleşmeyi amaçlayan dışa açık bir iktisadi politika olan ihracata dayalı bir modeli benimsemiş ve günümüze kadar öyle veya böyle gelinmiştir.

Yukarıda ifade edilmeye çalışıldığı gibi Türkiye ciddi tehlike altındadır. Türkiye çok zengin yeraltı kaynaklarına sahip olmasa da kendine uzun yıllar yetecek bazı kaynaklara ve de dünyayı besleyecek yerüstü kaynaklarına sahiptir. Ama emperyalizm tarımı, hayvancılığı, balıkçılığı, madenciliği, sanayii, adeta kuşatarak ülkenin düzlüğe çıkmasına pranga vurmuştur. 2023 yılında dünyanın 10. Büyük ekonomisi olma hayaliyle yola çıkan Türkiye, bugün için ekonomik olarak çok sıkıntılı bir durum içindedir. Güçlü hayallerle ve iyimser tablolar çizilerek çıkılan yolda gelinen nokta aşağıda özetlenmiştir.

2002 yılında 238 milyar dolar GSYH ile dünyanın en büyük 17. Ekonomisi olan Türkiye’nin GSYH’sı 2019’da 749 milyar dolara yükselmiş ancak ekonomik sıralamada 20.liğe düşmüştür. Kişi başına düşen milli gelir 3.581 dolardan 2018’de 8.715 dolara çıkmıştır. İşsizlik %10,8’ten %14’e, dış borç 129,6 milyar dolardan 446,9 milyar dolara yükselmiş, büyüme ise %6,4’den %2,6’ya düşmüştür. Enflasyonun %8.55 olarak gösterilmesi önceden belirlenmiş olan enflasyon rakamına ulaşıldığını kanıtlamak için ortaya atılan bir rakamdır. Halkın enflasyonun %30-35’lerde seyir ettiğini sokaktaki insan açıkça ifade etmektedir. Bu örnekler çoğaltılarak ekonomik tablo şekillendirilebilir. Ancak ülkenin ekonomisini yakından izleyen ve önerilerde bulunan bazı ekonomistlerin görüşlerine kısaca yer vererek tablonun pembe olup olmadığını görelim. Dr. M.EĞİLMEZ’in 7 Kasım 2019 tarihli yazısından kısa bir bölüm alarak ekonomik tablo ile ilgili görüşlerini aktaralım: ’’… Türkiye de diğer ülkeler gibi küresel krizden etkilendi. 2009 yılında ekonomik küçülme yaşadı. Ardından bir toparlanma geldi. Ne var ki bu toparlanma uzun sürmedi ve inişli çıkışlı bir ekonomik gidiş yaşanmaya başladı. 2018 yılında başlayan küçülme süreci 2019 yılının ilk iki çeyreğinde de devam etti ve Türkiye yüksek enflasyonla küçülmenin bir arada yaşandığı slumpflasyon olgusuyla karşılaştı… Türkiye, içine girdiği bu durumdan çıkabilmek için çelişkili bir ekonomi politikası uygulamaya yöneldi: Bir yandan enflasyonu üşürmek için (yarı) sıkı bir para politikası (enflasyon hedeflemesi) uygularken bir yandan da düşen büyümeyi canlandırabilmek için gevşek maliye politikası uygulamasına girişti. Sonuç da politikaların çelişmesi gibi çelişkili oldu. Cari açık düştü, bütçe açığı arttı, enflasyon düştü, büyüme de düştü. Özetle ekonomi canlılığını, yatırımcı da yatırım iştahını kaybetti.’’

Sn. EĞİLMEZ’in 2 Aralık 2019 tarihli yazısındaki tespitlerinin de çok iyi değerlendirilmesi gerektiğine inanmaktayım. 1. ve 2. çeyrekte sanayi, inşaat, hizmet sektörlerinin ekside olduğu ve neticede de büyümen eksi olduğunu bir tabloda özetleyen Eğilmez, makalesinin son paragrafında şu görüşlere yer vermiştir.’’… Özetle söylemek gerekirse büyüme politikasına dönüş iyi bir gelişmedir. Bununla birlikte bu dönüşün faiz indirimleri, kredi destekleri gibi tüketimi teşvik edici düzenlemelerle desteklenerek ortaya çıkmış olması sürdürülebilirliği konusunda kuşku yaratmaktadır. Yatırımların eksi olması önemlidir. Her türlü teşvike karşın yatırım yapmaya istek bulunmadığı anlamına gelir. Kamu kesimi harcamalarındaki ciddi artışlar gibi bazı hamleler büyümeyi teşvik etse de bütçe dengesini tehdit etmekte de ve sonuçta tek seferlik gelirler yaratılarak sorun geçici olarak çözülmeye çalışmaktadır.’’

31 Temmuz 2019 tarihli yazısında Prof. Dr. E.YELDAN’ın anlattıkları acaba hiç dikkate alınmış mıdır? Yazının özü aşağıdaki satırlardadır ’’İktisada Giriş derslerinde bir ulusal paranın değerini üç biçimde tanımlamaktayız: (1) faiz oranı, (2) ulusal paranın (burada Türk Lirası’nın) dövizler karşısındaki değişim değeri ve (3) enflasyon oranının tersi. Para piyasasının “dengesi” bu üç tanımın uyumlu olmasından geçmektedir. Paranın değerini veren bu tanımlar arasındaki herhangi bir tutarsızlık, para piyasasında dengenin yitirilmesine ve bu dengesizliğin reel ekonomi kesimine de sıçramasına neden olacaktır… “Yüksek faizin kredi maliyetlerini yükselttiği” ve dolayısıyla, “enflasyonu artırdığı” yolundaki savlar, ancak dış dünyaya kapalı bir ekonomi için, son derece dar varsayımlar altında ve geçici olarak kurgulanabilir. Türkiye’de ve sermaye hareketlerinin serbest kılındığı mevcut dışa açık ekonomi koşullarında böylesi bir savı savunmak mümkün değildir…  Türkiye’de ise üretim maliyetlerini ve dolayısıyla enflasyonu artıran ana unsur faizler değil, üretimde girdi olarak kullanılan malların fiyatlarındaki artışlardır. Örneğin, TÜİK verilerine göre yıllık fiyatlar madencilik ve taşocakçılığında” yüzde 26.72, imalat sanayi sektörlerinde yüzde 31.20, elektrik ve gaz” faaliyetlerinde ise yüzde 58.98’e fırlamış; bu durum tüketici fiyatlarındaki artışı da dirençli ve yapışkan hale dönüştürmüştür.
Üretim maliyetlerinde gözlenen bu baskı, enflasyonun aslında sadece “parasal bir meseleden ibaret olmadığını ve ulusal ekonomideki yapısal dengesizliğin doğrudan bir tezahürü olarak değerlendirmek gerektiğini göstermektedir…Yaşanan yüksek enflasyon, gerek iktisadi, gerekse hukuksal ve sosyal boyutlarda yaşanan krizin mal ve hizmet piyasalarındaki tezahürüdür. Benzer şekilde işgücü piyasalarında yaşanan yüksek (genç, kadın, bölgesel ve toplam) işsizlik; ulusal sermaye birikimi ve teknolojide gözlenen gerileme ve sosyal boyutta yaşanan çöküntü gibi...
Dolayısıyla, bu koşullar altında enflasyonla mücadelenin sadece Merkez Bankası’nın politika faizini aşağı ya da yukarı oynatmakla başarılı sonuç veremeyeceği açıktır.’’

Prof. Dr. V. ATASOY’un 7 Ağustos 2019 tarihli makalesi de dikkatle okunması gerekir. Özetle şunları dile getiriyor: ’’…Krugman’ın ifadesiyle, birinci kuşak döviz krizi yaklaşımına göre, bütçe ve cari açığı dış, iç borç yardımı ve parasal genişleme ile sağlayan, yani enflasyon yaratan makro otoriteler, sabit kur rejimi ile bunu uzun süre götüremez, para yaratamadıkları için de sistem eninde sonunda çöker. Şansımız odur ki, artık sabit kur rejimi uygulamıyoruz… İkinci kuşak döviz krizi (Obstfeld, 1994) yaklaşımına göre, dövizi sabit tutmanın faydası ve maliyetini karşılaştırmak önemlidir. Bu yaklaşıma göre, karar vericiler maliyetin faydayı aştığı durumlarda döviz kuru hedefinden vazgeçerler ama bunun da başka ekonomik maliyetleri ortaya çıkar. Örneğin, döviz kurunu dengede tutmak için artırılan faiz oranları ve bankalara sağlanan ek fonlar, zaten zayıflayan bir ekonomide işsizliğin daha da yükselmesi ve bankacılık sektöründe artan kırılganlıklara neden olurlar. Tüm bunlar üretim yeteneğinde azalmalara neden olan faktörler olarak karşımıza çıkar ve sonuç, zamanı kestirilemeyen spekülatif atak ve ardından gelen döviz krizidir. Üçüncü kuşak döviz krizleri ise yatırıma sağlanan kredi kısıtlamasıyla karşımıza çıkanlardır. Özel sektörün kârlılık ve verimliliğindeki azalmanın borç geri ödemesinde yarattığı sorunlar, hükümetlerin özel sektöre verdiği garantiler(!), alınan dış borç ve yardımların amacı dışında birtakım kesimler tarafından uygunsuz kullanımı ve verimsiz yatırımlara kanalize edilmesi gibi faktörleri kapsayan “ahlaki çöküntü” bu tip krizlere örnek teşkil ederler. O zaman şu soruyu sorma hakkına sahibiz… Bizim ki hangi kriz?’’

Yöneticiler, bürokratlar, aydınlar, akil adamlar, fetva vermeye çalışanlar, milletvekilleri, gazeteciler, yazar-çizerler, iş adamları lütfen devleti yönetme sorumluluğunu almış iktidara gerçekleri söyleyiniz, doğru yolları gösteriniz. Halkın arasına girdiğinizde not aldıkları defterlerde neler göreceksiniz neler. Size diyecekler ki, ekonomik küçülme, daralma toplumu fakirleştirdi (bazı kesimler hariç), vergileri tabana yayıyorken tavandakiler fırsatları çok iyi değerlendirdi bu eşitlik ilkesine uymadı, devlet borcunu borçla kapatırken vatandaş ne yapıyor? O da aynı şekilde davranıyor hiç adil değil, sağlıkta eski sağlığımı aramaya başladım, sağlıkta anlatılanlar doğru mu? Anlayamadık. Tarım, hayvancılık, sanayi artık bu ülkeyi besleyemez durumda, ithal ürün yemekten soyumuzun gücünü kaybediyoruz yakışmadı, Irak ve Suriye’de fiili durum meydana getiremedik ve kadim topraklardaki haklarımızı alırız ümidini yitirdik yakışmadı, özelleştirmelerin halka katkısı nedir? Sevinemedik, hayat pahalılığının düşürülmesi için rakamlarla oynanmasını hiç sevmedik, terör örgütleriyle mücadelede hep benimle uğraştınız. Siyasiler nerede? Üzgünüz. Köprüler, yollar, tüneller, havaalanları yapıldı çok iyi. Peki, kullanmadığım halde niçin benden para alıyorsunuz? Doğru olmadı. İnsana karşı şiddet arttı niçin? Kadına yapılan zulüm bizleri ziyadesiyle üzdü. İnancımız böyle midir? 5 milyon yabancının benim topraklarımda işi ne? Benim ürettiğimi, halkıma ait rızka ortak olmalarını kabul edemiyorum. Olmadı. Ağaç kıyımı ve Dipsiz Göl olmadı. Nihayet memur, işçi, emeklinin daha iyi yaşaması için onlara para veriniz ki, (%30 zam yapılabilir. Kaynak mı? Onu da siz bulacaksınız) harcasınlar piyasa canlansın. Yoksa 210 bin milyonerle vakit nasıl geçirilir? Onların 5 kuruşa 25 düğüm attığını unutmayınız.

Çok kitap okuyan bir toplum olmadığımız bilinen bir gerçektir. Halk dediğimiz değişik insan gruplarında meydana gelmiş ahali, derin konularla ilgilenmediği için ülkenin ayrıntılı meselelerini göz ardı edebilir. Ama yine de ülkeyi ve dünyayı ilgilendiren konulara ilgi duyup okumaları, dinlemeleri ve gezip görmeleri ülkenin aydınlanması bakımından iyi olur. Ancak ülkeyi ilgilendiren konularda kararlar almaya yetkili TBMM üyelerinin hem çok okumaları hem de ülkeyi karış karış gezmeleri mecburiyeti vardır. Yoksa oturdukları yerden halkın yüzüne her şey güllük gülistanlık demeyi bu toplumun kabul etmesi düşünülemez…

 

                                                                                                      

Muhittin Ziya Gözler

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi Başkanı

 

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...

Error: No articles to display