Türkiye’nin Bir Ulusal Güvenlik Politikası Hala Var mı?: Suruç Saldırısı Üzerine Düşünceler

Yazan  22 Temmuz 2015

20 Temmuz 2015 tarihinde Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde IŞİD terör örgütü mensubu olduğu iddia edilen bir intihar bombacısı tarafından gerçekleştirilen saldırı sonrasında Türkiye’nin “ulusal güvenlik”[ğ]inin AKP iktidarı elinde içine düştüğü vahameti anlamlandırmak noktasında aklıma ilk gelen şey Arnold Wolfers’un 1952 yılında yayınlanan ünlü makalesi oldu. Uluslararası İlişkiler disiplinin güvenlik alanındaki en etkili uzmanlarından ve güvenlik olgusunun nasıl tanımlanması gerektiğine dair kapsamlı ilk çalışmayı yapan teorisyen Arnold Wolfers’un (1892-1968), “Muğlak Bir Simge Olarak Ulusal Güvenlik” (“ ‘National Security’ as an Ambiguous Symbol”, Political Science Quarterly, Vol. 67, No. 4., December 1952, pp. 481-502.) adlı makalesi, AKP iktidarı gibi siyasal iktidarların elinde bir ülkenin ulusal güvenliğinin ne hallere düşeceği konusunda oldukça çarpıcı ipuçlarını tam 63 yıl öncesinden bizlere veriyor. Bu makaleden çıkarttığım bazı sonuçların bugün AKP iktidarı elinde Türkiye’nin “ulusal güvenlik” anlayışının geldiği noktayla nasıl örtüştüğünü aşağıdaki satırlarda sizlerin dikkatine sunuyorum:

Bugün bütün dünyada insanlar temel ve asgari milli değerler olarak gördükleri ulusal bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü korumak için fedakârlıkta bulunmaktadırlar. Ama bu kuralın iki sapması vardır: Birinci sapma durumunda, bazı ülkelerdeki siyasal iktidarlar ulusal bağımsızlıklarını ve toprak bütünlüklerini daha marjinal değerler adına korumaya çalışırlar ve bunun maliyetini bütün topluma yüklemekte herhangi bir beis görmezler. Örneğin, AKP iktidarının marjinal değerler olarak benimsediği Neo-Osmanlıcılık, Neo-İslamcılık, mezhepçi ve cihatçı seleficilik ideolojileri. Bu ideolojilerin Türk dış politikasının payandası yapılmasının Türkiye’ye ne kazandırdığı ya da kazandıracağı tartışılabilir ama kaybettirdiklerinin ve kaybettireceklerinin neler olduğu ve olacağı konusunda Türkiye’nin son beş yıldır yaşamakta olduğu acı tecrübe fazlasıyla öğretici olmuştur. İkinci sapma durumunda ise, ülkelerinin ulusal güvenliği ve bağımsızlığı açıkça tehdit altında olsa bile, bazı siyasal iktidarlar idealist/romantik/ütopik hezeyanlarından dolayı izlemekte oldukları politika konusunda değişikliğine gitme konusunda ısrarla hareketsiz kalmaya devam ederler. Diğer bir deyişle, ulusal güvenliğin siyasal iktidarlar açısından daha cazip isteklerin kılıfı olduğu durumlarda, hırslı ve maceracı liderler güvenlik bahanesiyle her türlü bedeli ödemeye hazır olabilirler. 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası ortaya çıkan siyasi tablo içindeki koalisyon arayışlarında dış politika değişikliğine gidilmesi gerekliliğinin diğer partiler tarafından işaret edilmesine karşın AKP’nin bu konuda aldığı direngen ve özeleştiriye kapalı tutum bunun en güzel örneğidir. Keza AKP iktidarı eliyle başlatılan “Çözü(l)m(e) Süreci”nde, PKK’nın Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’da elde ettiği siyasi ve askeri avantajlar karşısında AKP iktidarının hareketsizliği ulusal güvenlik konusunda Türkiye’nin içine düştüğü ataleti gözler önüne sermektedir.

Bazı siyasal iktidarlar ve devlet adamları herhangi bir ulusal güvenlik düzeyini yetersiz bulurlar ve çok daha büyük bir güvensizlik ortamını göze almak pahasına yeni değerler edinmeye çalışabilirler. Bedeli ne olursa olsun “fetih” (Recep Tayyip Erdoğan’ın “İnşallah Şam Emevi Camii’nde öğle namazını kılacağız” söylemini hatırlayın) ve “şan” peşinde koşan “deli diktatörler”in yanı sıra ülkelerini kendi ideolojileri adına, sözgelimi köle halkları özgürleştirmek düsturuyla savaşa sürükleyen idealist/romantik/ütopist/maceracı devlet adamlarının varlığı insanlık tarihinin gerçeklerindendir. Gerçekçi bir dış politikayla kendi ülkesinin göreli güç konumunu ve mukavemet gücünü yükseltmek yerine, başka ülkeleri provoke ederek ya da başka ülkelerdeki silahlı hareketleri destekleyerek bir ulusal güvenlik politikası izlemek hiçbir zaman isabetli bir tercih değildir. Bu, sorunları daha da çetrefil bir hale getirir ve bunun ne kadar devam edeceğine artık bu politikayı uygulayan siyasal iktidarın kendisi bile karar veremez, bocalar ve nihayet ülkesini caydırıcılık ve prestij kaybına uğratır. Bu noktada, AKP iktidarının “Arap Baharı” sürecinde izlediği politikaların en uç noktasını oluşturan Suriye siyasetinin Türkiye için hem iç politikada hem de dış politika da doğurduğu sonuçların hatırlamak yeterlidir. AKP iktidarının zihin dünyasını ve dünyaya bakışının temelini oluşturan Neo-Osmanlıcı ve Neo-İslamcı ideolojilerin etkisinde ortaya koyduğu söylemler ve eylemler, bir yandan Türkiye’nin iç ve dış politikası arasındaki ayrımı ortadan kaldırırken (Erdoğan’ın mitinglerinde sık sık yaptığı Rabia işaretiyle seçmenden oy istemesi), AKP’ye destek veren kesimlerde de Suriye’deki iç savaşın sanki Türkiye’nin kendi savaşı ve en öncelikli meselesiymiş gibi kurgulanan bir bilinç yapılandırması üzerinden bir duygu iklimi yarattı ve bu yanlış politikayı her seçimde bir anlamda seçmenine onaylattı. Hal böyle olunca, izlenen dış politikayla ilgili olarak toplumun hangi kesiminden gelirse gelsin en ufak bir eleştiri dahi “işbirlikçi” ve “vatan haini” yaftalamalarıyla itham edildi ve edilmeye de devam ediyor. Oysa ki, ulusal güvenlik politikaları ahlaki düzlemde mutlak kötü veya mutlak iyi olmaktan ziyade mevcut durumun özgün karakterine ve koşullarına bağlı olarak takdir ya da eleştiriye layık olabilir. Ancak, bazı iktidarların izlediği ulusal güvenlik politikaları, hedef düzeyleri oldukça iddialı, abartılı ya da yetersiz, bencil, provokatif olduğu için ve bunu elde etmek için feda edilen başka değerler açısından son derece masraflı olduğu için her zaman eleştiriyi hak ederler.

Bütün bu öncüllerden hareketle, şimdi durup tekrar düşünmek gerekiyor şu soru üzerinde: Cumhuriyet tarihi boyunca izlenen dış politikalarla bağlantılı olarak olmayan bu tür vahim olaylar neden şimdi bu kadar sıklıkla Türkiye’nin başına gelmeye başladı? Bilebildiğim kadarıyla cumhuriyet tarihi boyunca, Ortadoğu’da yaşanan ve müdahil olduğumuz ya da olmadığımız hiçbir çatışma sarmalından dolayı bu kadar kısa zamanda bu kadar çok insanını kaybetmedi Türkiye. Bugün gelinen noktada artık bir Türk dış politikası yoktur. Türkiye’nin ayakları yere basan bir ulusal güvenlik politikası da artık yoktur. Türk dış politikası ve ulusal güvenlik politikası AKP iktidarının iç politikasının uzantısı haline getirilmiştir bilerek ve istenerek. AKP iktidarının dış politikasını Türkiye’nin ulusal çıkarları ve öncelikleri değil, AKP’nin iç siyaseti ve Erdoğan’ın istikbali ve hırsları belirlemektedir. Dolayısıyla, siyasal iktidar AKP’nin elinde oldukça Suruç benzeri olaylar sonucu meydana gelecek ölümler AKP siyasetinin doğal bir parçası olacaktır maalesef. 

Doç. Dr. Bülent Şener

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display