< < Demokrasi Ve Siyasal İktidarın Sınırlandırılması: Doğu Toplumlarında ve Türk Siyaset Geleneğinde Bir “Doku Uyuşmazlığı” mı?


Demokrasi Ve Siyasal İktidarın Sınırlandırılması: Doğu Toplumlarında ve Türk Siyaset Geleneğinde Bir “Doku Uyuşmazlığı” mı?

Yazan  12 Ocak 2012
Demokrasi nedir? Ya da bir siyasal yönetim ne derecede az ya da çok “demokratik”tir? Bir siyasal sistem hangi özelliğe/özelliklere göre “demokratik”tir?

Bu sorulara tatmin edici yanıtlar vermek şüphesiz iç içe geçmiş pek çok kavramı/kategoriyi gözden kaçırmamayı gerektirir. Çok kullanılan bir genellemeyle "demokrasi" yalnızca "çoğunluk yönetimi" ve/veya "katılma" değildir. Bu tanımlamalar eşitlik, özgürlük, onay, uzlaşma, yarışma, çoğulculuk, meşruiyet, anayasal yönetim, azınlık, seçim, güçler dengesi, siyasal iktidarın sınırlandırılması vb. gibi kavramlara/kategorilere vurgu yapmadığı sürece eksik tanımlardır. Üstelik bu kavramlar birbirleriyle öylesine ilişki içindedirler ki, herhangi bir kategoriyi seçip bunu "demokrasi" için tek ölçüt olarak aldığınızda (örneğin Türkiye'de demokrasinin sadece "çoğunluk yönetimi" olarak algılanması ya da en çok bu yönüne vurgu yapılması) yanlış sonuçlara ulaşmanız mümkündür.

Demokrasilerde yönetimin çoğunluğa verilmesi, sayısal üstünlüğe mutlak anlamda değer verildiği anlamına gelmemektedir. Sayısal üstünlüğün her zaman nitelik üstünlüğüne yol açmayacağını gösteren, çoğunluk kararlarının, sırf çoğunluğa ait olduğu için "doğru" ve "haklı" olduğunu söyleyemeyeceğimiz pek çok tarihsel örnek mevcuttur. Burada yönetim hakkının çoğunluğa verilmesinin tek sebebi bu hakkı azınlığa vermekten daha doğru olduğu içindir. Buradaki kritik eşik, çoğunluğun hangi esaslara göre çoğunluğu ve azınlığı yöneteceğidir. Ünlü felsefeci Karl Popper bu soruyu çözerken şu mantığı yürütmektedir: Demokrasinin amacı, "kim yönetmeli?" sorusuna bir cevap getirmekten ibaret değildir. Önemli olan soru şudur: "Siyasal kurumları nasıl örgütleyelim ki, kötü ya da yeteneksiz yöneticilerin çok fazla zarar vermeleri önlenebilsin?" Böyle olunca demokrasi, yönetme hakkının kimde olduğuna dair bir sorundan uzaklaşmakta, bunun yerine siyasal iktidarın denetlenmesi ve sınırlandırılması sorununu ön plana koymaktadır ki bu da bizi "çoğulculuk"(ğ)a ve "anayasal denetim"e götürmektedir. Aksi halde demokrasiyi salt sayısal üstünlüğe dayanan bir halk iradesi, bir çoğunluk iradesi olarak düşündüğümüzde, Platon'un "halkın iradesi/çoğunluğun iradesi kendilerinin değil de bir tiranın yönetmesini isterse" şeklindeki bir sorunsal demokrasinin paradoksu olarak karşımıza çıkacaktır.

Demokrasi ve Sınırlandırılmamış Siyasal İktidar

Şunu unutmamak gerekir ki, "mutlak iktidar", denetimden uzak, her türlü kısıtlamalardan kurtulmuş, sınırsız, kurallara bağlanmamış ve hukukla sınırlanmamış, egemenin takdirine bağlı biçimde kullanılan bir iktidar demektir. Karşısında onu dengeleyecek yeterli iktidarlar bulunmayan bir iktidar, gerçekte, mutlak bir iktidardır. Demek ki, mutlakıyet, "iktidar toplaşması" ile ilgili bir şeydir. Bu bağlamda, bir toplum çoğulcu yapısını yitirdikçe ve aracı güçleri zayıfladıkça, o toplumda mutlaklığa olanak sağlayacak koşulları yaratmak daha kolay hale gelir. Buradan çıkarılacak ders, bir iktidarı durdurabilecek olan şeyin, yine başka bir iktidar olduğu gerçeğidir. Bu da ancak toplumda farklılıkların ve değişik iktidar odaklarının varlığıyla sağlanabilir.

Türkiye'de çok partili hayata geçişi, aynı zamanda demokratik bir siyasal yönetime geçişin de en önemli aşamalarından biri saydığımız taktirde, 1950-1960 yılları arasında toplumun çoğulcu yapısını yitirdiğini ve aracı güçlerin zayıfladığını ve dahası demokratik yollarla iktidara gelenlerin, söz konusu aracı güçlerin muhalefetini, iktidar olmanın verdiği imkanlarla ne derece yok etmeye çalıştığını açıkça gözlemleyebiliriz. Buradan da anlaşılmaktadır ki, aşırı merkeziyetçi fakat çok gruplu bir toplumda (örneğin Türkiye'de), grupların kendiliğinden işleyen karşılıklı etkileşimlerinin yerine kendi tek merkezli iradesini koyan bir iktidar ve demokrasi anlayışı, mutlak türden bir iktidarı kullanabilecek konumdadır. Esasen bu durum Türkiye örneğinde de görüldüğü gibi Batı dışı demokrasiler için önemli bir paradoksu ifade etmeye bugün de devam etmektedir kanımca.

Demokrasi: Doğu Geleneğiyle Bir "Doku Uyuşmazlığı" mı?

Demokrasi, her şeyden önce Batı toplumlarının siyasal yaşayışının bir ürünüdür. Doğu toplumlarında demokrasi uygulamalarının Batı standartlarına ulaşmada yaşadığı temel güçlük de işte tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Zira, "Doğu" ve "Batı" toplumlarında siyasal iktidar ilişkileri tarihi tecrübe ve siyasal kültür farklılıklarından kaynaklanan adeta iki ayrı dünya oluşturmaktadır. Batı toplumlarında siyasal iktidar ilişkileri parçalı iktidar yapıları arasında geliştirilmiştir. Yüzyıllar boyunca Batı'da siyasal iktidar ilişkileri monarklar, feodal güçler ve kilise arasında açık bir rekabet alanı oluşturmuştur. Bu rekabet, düşünce ve teorilerle de desteklenen zengin ve verimli bir siyaset dünyası yaratmıştır. Doğu toplumlarında ise siyasal iktidar, böylesine bir rekabetin konusu değildir. Hükümdarlar, rakip tanımadan, iktidarlarını kimseyle paylaşmadan yönetmişlerdir toplumlarını. Devlet kudretinin ve nizamının her vasıtayla pekiştirilmesi, merkeziyetçi bir yönetim kurulması, hiyerarşiye ve bürokratik usullere önem verilmesi, sosyal düzenin haklar ve sorumluluklar temelinde kurumsallaşması Doğu toplumlarındaki siyasal iktidar yapılarının en belirgin özellikleri olarak tarihsel süreç içerisindeki yerini almıştır.

Türk siyaset geleneğini de oldukça uzun bir tarihsel süreç içinde yukarıda bahsedilen yapı üzerinde yükselip geliştiği için, son 150 yıldır Türkiye'de Batı toplumlarındaki siyasal iktidar ilişkilerine benzer bir siyasi yapıyı içselleştirme çabaları ve arayışları sınırlı kalmıştır/kalmaya devam etmektedir. Demokrasi ile Doğu toplumları arasındaki bu "doku uyuşmazlığı" özellikle siyasi muhalefet geleneğinde (parçalı iktidar ilişkilerine tahammül edememekten dolayı) çok daha belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Çünkü "muhalefet" olgusu, Türk siyaset geleneği içinde meşru kabul edilen bir olgu değildir. Keza, siyasal iktidarın, muhalefet tarafından gerçek manada kontrol edildiği ve dengelendiği bir geleneğin izine rastlamak da mümkün değildir. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu'nda padişahın mutlak otoritesinin çerçevesini çizen kurallar ve değerler olmasına rağmen, Batı'daki gibi onu dengeleyen ve sınırlayan bir feodalite ve kilise gibi rakip hiçbir zaman olmamıştır. Bu alanda potansiyel olarak en güçlü konumda olan ulema sınıfının bile iktidarla çatışma ihtimalinin bulunduğu konulara girmekten kaçındığı ve hatta iktidarın bir insanın "yaşam hakkı" üzerinde "devletin bekası" için tasarrufta bulunmasına cevaz verdiği görülmektedir. (Örneğin, "Kardeş katli" meselesi)

Türk Siyasal Geleneğinde "Oksijen Çadırı"nda Bir Demokrasi

Diğer taraftan, Osmanlı İmparatorluğu'nun 18. ve 19. yüzyıllardaki reform çabalarında öne çıkan bürokrasi ise 1876'da Kanun-i Esasi'yle iktidarı saraydan Babıali'ye taşımışsa da, padişahın iktidarını denetleyen ve dengeleyen mekanizmalar kuramadığı için başarısız olmuştur. Padişah II. Abdülhamid'in otuz yıl süren istibdat döneminin ardından, 1908'de ordunun desteğiyle II. Meşrutiyet'i ilan ettiren Jön Türkler ilk çok partili hayat tecrübesini başlatmışsalar da, demokratik rekabetin "meşruiyet alanı dışında" oluşan kutuplaşması da benzer örnekleri daha sonra sık sık görüleceği üzere yaşanmıştır. İlk muhalefet partisi olan Fedakaran'ı Millet Fırkası'nın, iktidardaki İttihat ve Terakki'den gördüğü karşılık "vatan hainliği" ithamıdır ve bunun doğal sonucu olarak, dengelenmiş iktidar ilişkilerine tahammül edemeyen siyasal gelenek bir kez daha muhalefeti boğmuştur.

Cumhuriyet dönemine gelindiğinde, 1946'da çok partili hayata geçişe kadar, iki defa muhalefet partili siyasal yaşam tecrübesi (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Cumhuriyet Fırkası) gerçekleşmişse de hem yeni rejimi yerleştirme çabaları hem de gelenekteki "doku uyuşmazlığı" bunların da uzun ömürlü olmalarına izin vermemiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası konjonktürün de etkisiyle kurulan Demokrat Parti (DP), 1950'de iktidara geldikten sonra da, Türkiye'de muhalefete biçilen rol yine değişmemiştir. İktidara geldiği zaman "devr-i sabık" yaratmayacağı sözü veren DP, kısa zamanda Cumhuriyet Halk Partisi'ni (CHP) "vatanı bölmeye çalışmakla" yani "vatan hainliği"yle suçlamıştır. İktidarla muhalefet arasındaki bu keskin kutuplaşmanın Türk siyaset tarihi açısından ortaya koyduğu en çarpıcı gerçek şu olmuştur: Türk siyasal geleneğinde, demokrasi açısından sorun, iktidarın meşruiyeti etrafında değil, muhalefetin bizatihi varlığının meşruiyeti etrafında dönmektedir.

Aradan 60 yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, bugün bu sorun aşılamadığı gibi, bir adım daha öteye giderek kritik eşiği aşmış ve Türk siyasal sistemi açışından kaotik bir noktaya taşınmıştır. Kasım 2002 genel seçimleri sonrasında, genotipinde aslında ideolojik açıdan marjinal bir hareket ve parti olduğu halde, sosyo-ekonomik sistemsel krizler sonucu merkeze yerleşen ve fenotipinde içselleştirmediği bir demokrasi görüngüsüyle siyaset yapan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) söylem ve eylemlerinin bugün geldiği nokta vebuna bağlı olarak"kuvvetler ayrılığı"nın giderek nispileşmesi Türk siyasal sisteminde çok ciddi bir kırılmaya işaret etmektedir. 14 Mart 2008'de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının AKP hakkında açtığı kapatma davasından başlayarak, Anayasa Mahkemesi'nin "türbana/başörtüsüne" izin veren anayasa değişikliklerini iptal eden kararına, "Ergenekon Davası-Muhalefet-İktidar-Türk Silahlı Kuvvetleri gerilimi"ne, 12 Eylül 2010 referandumuna ve nihayet eski genelkurmay başkanı İlker Başbuğ'un "terör örgütü kurmak ve yönetmek"le suçlanmasına ve tutuklanmasına varan olaylar dizgesi bu kırılmanın fay hatlarını bize vermektedir:

Artık Türkiye'de parlamentoda salt çoğunluğun ötesinde bir çoğunluğa sahip olan muhafazakar ve otoriter siyasal iktidar, "çoğunluk" olarak gördüğü demokrasi adına, ne ortalama bir Batı demokrasisinde var olan anayasal sınırlandırmalarla, ne "kuvvetler ayrılığı" ilkesiyle ne de sivil toplumun denetim unsurlarına karşı kendini bağlı saymak istemiyor. Yukarıda zikredilen olaylar dizgesinin bugün için son halkasını teşkil eden ve "yargı erki" aracılığıyla 9 Ocak 2012'de ana muhalefet partisi CHP'nin liderinin eleştirel sözlerine karşı başlatılan soruşturma, "hukukun gücünün üstünlüğü"nden (ki bu olgu demokrasi tarihimiz açısından hep tartışmalıdır) "gücün hukukunun üstünlüğü"ne geçildiğini ister istemez akıllara getirmektedir. Oysa ki anayasanın bağlayıcılığı, hukukun üstünlüğü ve sivil toplum demokrasinin çoğunluk rejimi olmasını makul sınırlar içerisinde tutmaya yarayan önemli ilke ve araçlardır. Tarih bize sınırlandırılmayan ve "çoğunluk" anlayışıyla kutsanan iktidarların toplumlarını nasıl felakete sürüklediğini açıkça göstermektedir. Türkiye için bu felaket maalesef çok da uzak değildir. Bunun anlamı Alexis de Tocqueville'nin sözleriyle şudur: "... En beteri, özgürlükçü ve kendi kendini yöneten düzen arayışı içindeki toplumların hiç de istemedikleri halde, despot düzenle karşılaşmalarıdır..."

[1] Bu yazının teorik kısımlarında şu çalışmalardan yararlanılmıştır: Barrington Moor Jr., Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri, 2. bs., Çev. Adam (Alaeddin) Şenel, Şirin Tekeli, İmge Kitabevi, İstanbul, 2003; Cemil Oktay, Siyaset Bilimi İncelemeleri, Alfa Basım Yayım Dağıtım, İstanbul, 2005; Mümtazer Türköne (Edt.), Siyaset, Opus Yayınları, Ankara, 2006; Nur Vergin, Siyasetin Sosyolojisi: Kavramlar, Tanımlar, Yaklaşımlar, Doğan Kitap, İstanbul, 2008; Karl Popper, Açık Toplum ve Düşmanları, Cilt I-II, Liberte Yayınları, Ankara, 2008;Hasan Bülent Kahraman, "Tocquevilleci Demokrasi, Toplumsal İktidar ve Sivil Toplum Kaygıları", Doğu-Batı, Yıl: 10, Sayı: 39 (Kasım-Aralık-Ocak 2006-07), ss. 229-258.

Doç. Dr. Bülent Şener

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display