Ederlezi’nin Ülkesinden Adriyatik Kıyısına

Yazan  16 Haziran 2019

Bosna Hersek, Hırvatistan, Karadağ Ve Sırbistan İzlenimleri…Dört Ülkede, Sekiz Gün

2020, Srebrenitsa soykırımının 25’nci yılı olacak!

Yaşlı kıtada İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan bu büyük trajedinin, yani Srebrenitsa katliamının üzerinden neredeyse çeyrek asır geçti.

Kendisini bir “medeniyet projesi” olarak tanımlayan Avrupa Birliği’nin (AB) gözünün önünde Boşnakların uğradığı soykırım, aradan geçen 24 yılda neredeyse unutuldu, unutturuldu. Her yıl mutlaka birkaç tane Yahudi Soykırımı filmi çekip dünyaya pazarlayan Hollywood’un, Boşnak soykırımı söz konusu olunca gözü görmez, kulağı duymaz oluveriyor.

Küresel güçlerin, “stratejik gözlük” takarak baktığı, küresel ve bölgesel çıkar hesaplarının adeta kuyumcu terazisi ile tartılarak yapıldığı Balkanlar; deyim yerindeyse AB’nin arka bahçesi olmasının ötesinde, ABD ile Rusya’nın açık biçimde bilek güreşi yaptığı önemli bir bölge.

Diğer yandan içinde olduğumuz 2019 yılı da NATO’nun Kosova operasyonunun 20. yılı!

Anma törenleri için, ABD’nin eski Başkanı Bill Clinton da Kosova’daydı. Başkent Priştina’da kutlamalara katılan Clinton’a Cumhurbaşkanlığı Nişanı bile verildi. Kosovalıları yaşadıkları zorlukları unutmamaya çağıran Clinton, “Geleceğin inşası için yeni bir tür cesaret ve sabra ihtiyaç var’’ dedi.

Aynı coğrafyada, aynı çatışma iklimi içindeymiş gibi görünüyor olsa da, Kosova’da yaşanılanların Bosna Hersek’te yaşanılanlardan çok önemli farklılıkları var. Atlantik’in öbür kıyısında küresel siyaseti şekillendirdiğini düşünenler için Balkanlar’da Rusya’nın müttefiki güçlü bir Sırbistan, kabul edilebilir değil elbette!

O yüzden özellikle ABD için Sırbistan’ın kolunun kanadının kırık olması önemli. Belgrad yönetiminin buna zemin hazırlamak için Batılı ülkelere uygun gerekçeler verdiği notunu da düşmek gerekiyor.

Bugün, Sırp hükümeti, 1999’da düzenlenen NATO harekâtıyla kendisinden koparılan 2008’deki bağımsızlık kararıyla da resmen ayrılan Kosova’yı ayrı bir ülke olarak tanımayı reddediyor.

NATO’nun Kosova operasyonunu, Bosna Hersek’ten farklı olarak bu bağlamda anlamlandırmak ve değerlendirmek gerekiyor.

Çıkar çatışmalarının, uzlaşmazlıkların siyasi pazarlık masasından kolayca silahların gölgesine taşındığı, parmakların tetiklerin üzerinden hiç çekilmediği bu coğrafya, söz konusu özelliğini iki bin yıldır neredeyse hiç yitirmemiş.

Dün neyse, bugün de öyle…

Boşnakların 1995 yılında uğradığı soykırım, aksakallı tarih babanın vicdanında kanayan bir yara olarak kalacak.

Kosova ise ABD’nin Balkanlar’daki önemli bir sıçrama tahtası olmaya devam edecek.

Bugünden yarına…

Yakın geçmişin acılı sayfalarını ve siyasi tarih kitaplarının yeni basım olanlarını şöyle bir karıştırdıktan sonra bu girizgâhtaki tarihsel fonu arka planda tutarak bugüne gelelim ve yakın gözlüğümüzü takıp Balkanlar’dan yine yakın geleceğe şöyle bir bakalım:

Sekiz günde, Bosna Hersek’ten Hırvatistan’a, Karadağ’dan Sırbistan’a uzanan yolcuğumuzda gördüklerimizi, duyduklarımızı, dinlediklerimizi, daha da önemlisi hissettiklerimizi bir dış politika muhabirinin gözünden ve yüreğinden harmanlayıp aktarmaya çalışalım:

Bu coğrafyaya en son 1999 yılında, Dayton Antaşması’nın ardından Saraybosna’da toplanan “İstikrar Paktı Zirvesi” için gelmiştim. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, yaptığı konuşmada “Biz burada tarih yazmıyoruz, tarih yapıyoruz” demiş ve katılımcılardan büyük alkış almıştı.

Biz de gazeteci olarak Türkiye’nin yapılan bu büyük işe yani Bosna’da yeni dönemin inşasına büyük katkı verdiğine ikna olmuş, Bosna Hersek’in kısa sürede barış ve istikrar coğrafyasına dönüşeceğine kanaat getirmiştik.

Ben dâhil toplantıyı izleyen bütün meslektaşlarım, pembe gözlük takarak yazdığımız haberlerde büyük büyük laflar edip, Türk kamuoyunu kendimizce bilgilendirmiştik!

Amma ve lakin umduğumuz gibi olmadı.

Rahmetli Demirel’in söylediklerinin aslında; Anglo Saksonların “wishful thinking”[1] olarak tabir ettiği, umut ifade eden, cesaret veren cümlelerden öte bir anlam taşımadığını, kan ve gözyaşının bu coğrafyanın adeta kaderi olduğunu anlamazdan gelmiştik

[1] İngilizcede iyi niyet içeren, kalpten gelen, öyle istendiği için öyle olacağına inanılan düşünceyi anlatan bir terim.

Gelelim, izlenimlerimize...

1999’dan bugüne, Saraybosna’da çok fazla bir şey değişmemiş. Savaşın ardından yeniden yapılanma süreci, ne yazık ki beklenen sonucu vermemiş.

Ülke hala fakirliğin pençesinde, sokaklarda çok sayıda dilenci görmek olası…

İşsizlik önemli bir sorun, gelir dağılımı bozuk, yabancı yatırım istihdamı değil, daha fazla tüketimi önceliyor. İstihdam yaratacak yatırım neredeyse hiç yok, altyapı yatırımları ve büyük konut projeleri ya sadece kâğıt üstünde ya da başladıktan kısa süre sonra yarım kalıyor

En büyük sorunlardan bir tanesi de yolsuzluk. Boşnak, Hırvat ve Sırpların oluşturduğu üçlü yönetimde herkesin kendi yandaşlarını koruyup kollaması, nepotizme[1] ve yolsuzluğa zemin hazırlıyor.

Üstelik her kesim kendi içinde bunun meşru olduğunu düşünüyor. Bu durum, mağduriyetten bir türlü kurtulamayan Boşnaklar açısından belki anlaşılabilir ama Sırplar ve Hırvatlar adeta Dayton Antlaşması ile kurulmuş sistemin altını oymaya devam ediyorlar.

Belli ki, demokrasi ve siyasi istikrar olmazsa ülkeler kalkınamıyor. Dayton Antlaşması Bosna'nın güçlü bir demokrasiye sahip olmasına, siyasi istikrara ve güven algısının pekişmesine çok fazla katkı sağlamamış.

Yönetim yapısındaki sıkıntı, toplumlar arası barışın -en azından zihinlerde ve kalplerde- tam olarak sağlanamamış olması, ekonominin gelişmesine engel oluyor.

Binalar eski ve bakımsız. Savaşın izleri hala duruyor.

Latin Köprüsü…

Bir asır önceye gidelim…

Tarih, 28 Haziran 1914. Saraybosna sokakları hareketli bir güne uyanıyordu. Sadece beş yıl önce Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğinden çıkmış ve Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na verilmiş olan çok etnikli bir kent olan Saraybosna’da her gün adeta diken üstünde geçiyordu. Çünkü yakın geçmişte olduğu gibi o günlerde de milliyetçilik akımları Sırpları etkisi altına almıştı.

Sırpların terör estirdiği Kara El örgütünün koruması altında faaliyet gösteren Mlada Bosna’nın[2] hedefinde, o gün Saraybosna’yı ziyaret etmekte olan Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun Veliahtı Arşidük Franz Ferdinand ve eşi Sophie vardı.

Örgütün üyeleri, Gavrilo Princip, Nedeljko Çabrinoviç, Trifko Grabez, Muhammed Mehmedbasiç, Cvijetko Popoviç ve Vaso Cubriloviç, Ferdinand’ı öldürmek üzere harekete geçti, ki bu gençlerin yaşları sadece 17 ila 27 arasındaydı.

Planlamalar yapıldı, hazırlıklar tamamlandı. Altı genç Ferdinand’ın geçeceği güzergah üzerinde yerlerini aldı ve konvoyunu beklemeye başladı. Konvoy, önce Muhammed Mehmedbasiç’in önünden geçti. Ancak Mehmedbasiç korkudan kılını kıpırdatamadı. Konvoy, Çumurja köprüsüne gelince, Nedeljko Çabrinoviç, elindeki bombayı hedefine doğru fırlattı. Arabanın kaputundan seken bomba arkadan gelen araçlardan birinin altına girerek patladı. Ancak, Ferdinand ve eşi Sophie saldırıdan yara almadan kurtuldu. Baş gösteren panik havası atlatıldı ve ikili, programlarına devam etti.

Ziyaretten önce gelen istihbarat, böyle bir suikasta işaret etmekteydi, ancak Ferdinand, ziyaretten vazgeçmemiş, Saraybosna’ya gitmişti.

Arşidük saldırı sonrasında gittiği belediye binasında bir süre dinlendi. İlk şaşkınlığı üzerinden attıktan sonra, patlamada yaralananları ziyaret etmek ve oradan da Avrupa Oteli’ne geçmek üzere kalktı. Ancak karısı Sophie buna karşı çıktı ve hamileliğini gerekçe gösterip kaldıkları konağa dönmek istedi. Eşini kırmayan Ferdinand, konğa dönülmesi talimatını verdi. Konvoy, yeniden Appel Quay’a yöneldi. Cadde üzerinde ilerledikten sonra Latin köprüsünden geçerek konağa gitmesi gereken araçlar, beklenmedik bir şekilde köprünün bulunduğu yöne değil, sağ tarafta bulunan Franz Josef sokağına döndü.

Saldırıyı yapan Çabrinoviç polis tarafından yakalanmış, diğer iki suikastçi kayıplara karışmıştı.

Ancak, bir diğer saldırgan olan Gavrilo Princip’in yaşanılanların ve korkunun etkisiyle şekeri düşmüş, tatlı bir şeyler yiyerek kendisini toparlamak üzere yakındaki bir pastaneye girmişti.

Gavrilo Princip çöreğini aldıktan sonra pastaneden dışarı çıktı ve birden bire karşısında Ferdinand’ın Franz Joseph sokağına dönen konvoyunu gördü, silahına sarıldı, hem Arşidük’e hem de eşine doğru ateş etti. Sıkılan bu kurşunlar, son yüz yıldır adım adım savaşa ilerleyen dünyanın altındaki bombanın piminin çekilmesine neden oldu.

28 Temmuz 1914’de, Avusturya Macaristan, Sırplara savaş ilan etti. Rusya’nın Sırplara destek vermesiyle bütün dünya etkisi uzun yıllar sürecek bir yangının içine düştü.

[1] Akraba kayırma veya adam kayırma, öznel ve adil olmayan şekilde yapılan ayrımcılık. Nepotizm kavramının Latince’de “Nepot” sözcüğünden geldiği, İngilizcede ise “Nephew” olduğu değişik çalışmalarda ifade edilmiştir. Nepotizm, kamu örgütlerinde ve iş örgütlerinde karşılaşılan önemli sorunlar arasındadır.

[2] Genç Bosna

Çinli turistler

İşte bu köprünün üzerinde bugün bir anıt bulunuyor. Princip’in o gün çörek aldığı pastane ise müze.

Çinli turistler buraya gelip bol bol fotoğraf çekiyorlar ama çoğunun, bu anıtın ne anlama geldiğinden haberi yok.

Saraybosna'ya yolunuz düşerse mutlaka soykırım müzesini gezin. 5 yaşında Boşnak bir kızın şarapnelle parçalanmış minik bedeninden kalan kanlı elbisesini, 1993'te Hırvat topçusunun güzelim Mostar köprüsüne ateş açmasını ve köprünün yıkılmasını çeken VHS kamerayı, kara mayınlarını, ezcümle 1992-1995 arası yaşanan trajedinin bütün ayrıntılarını göreceksiniz.

Bugün, Sırp bombaları ile ölen Boşnakların kaldırımlardaki izleri anıtlaştırılmış. Bir sokaktan diğerine dönmek üzereyken yerde gördüğünüz kan izleri, sizi 90’lı yıllarda yaşanan trajediye götürüveriyor.

Etkilenmemek mümkün değil.

Savaş sonrası Saraybosna’da parklar mezarlık yapılmıştı. Osmanlı mezarları da parkların içinde kalmış ve günlük yaşamın bir parçası olmuş.

Genç kuşak

Savaş sonrası doğan genç kuşak anne ve babalarından oldukça farklı. Benim izlenimim şu ki, gençler 1992 ile 1995 arasında Boşnakların yaşadığı trajedinin ne anlama geldiğinin çok fazla farkında değiller.

Dünyanın belki başka bir bölgesinde olsa anlaşılabilir ama bu coğrafyada çeyrek asır önce etnik temizlik için kollarını sıvayan komşuları ile 25 yıl sonra barış türküleri söylemeyi istemek, bir gazetecinin algı çerçevesi içinde sağlıklı bir zemine oturmuyor.

Saraybosna’da Boşnaklarla birlikte yaşayan Sırplar, mikro milliyetçiliğin etkilerinden uzak kalıyor gibi görünseler de kırsal kesimde yaşayan Sırplar için Sırp milliyetçiliği en büyük dayanak.

Zaten, asıl korkutucu olan ve yeni kuşak Boşnakların görmek istemediği de bu.

İdeal olan, ülke içinde birlikte yaşama kültürünün pekişmesi, insanların birbirlerinin dinine, mezhebine bakmadan barış türküleri söylemeleri ancak Balkan coğrafyasının gerçeği söz konusu yaklaşımın pek yakınında durmuyor.

Sırpların milliyetçi damarı bu coğrafyada çıkarı olan bölgesel ve küresel güçler için oldukça kullanışlı bir araç. Washington’dan Moskova’ya, Pekin’den Brüksel’e kadar, masa başı stratejistlerin, bu damarın kaşınmasıyla ortaya çıkacak tabloya ilişkin ihtimaliyat planlamaları yaptığı da sır değil.

Geleneksel Bosna İslam’ı…

Bu noktada kısa bir ayraçla, bugüne kadar üzerinde çok fazla durulmamış başka bir noktaya değinmek gerekiyor.

Özellikle Arap Baharı rüzgârının hızlı estiği dönemde, cihatçıların Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaptıkları, başta Avrupa olmak üzere bütün dünyada İslamofobinin –bana göre haklı olarak - artmasına neden olmuştu.

Avrupa’dan gelip Türkiye üzerinden Ortadoğu’ya yönelen cihatçı trafiği, Türkiye’nin uluslar arası imajını ciddi anlamda zedelemişti. AKP iktidarının dinselleşme üzerinden yürüttüğü politikalar, dinsel retorik üzerinden toplumun kutuplaştırılması, siyasi söylem içinde sürekli din motifinin bulunması, dış politikada dinselliğin ve Sünniliğin ön planda tutulması Avrupa’daki İslam karşıtlığını besliyordu. Özellikle IŞİD’in Irak ve Suriye’de yarattığı vahşet bu duruma çarpan etkisi yapıyordu.

Ancak, bu kritik süreçte Bosna Hersek’e gerek turist olarak, gerek iş yapmak için gelen Avrupalılar, burada aşırılığa prim vermeyen ve seküler toplum düzeni için tehdit oluşturmayan, kadınların toplumsal ve iş yaşamından kopmadığı, başörtüsünün siyasal simge haline getirilmediği geleneksel Bosna Hersek İslam’ı karşılaşmaya başladılar.

Öyle ki, Ramazan ayında camilerde ay yıldızlı yeşil sancak altında teravih namazı kılınıyor olmasına karşın, bu duruma hiç kimse siyasi bir anlam yüklemiyordu.

Algıda seçiciliğin güzel bir örneği olsa gerek, bugüne kadar sıradan Avrupalıların dikkatini çekmemiş olan Bosna’daki geleneksel İslam, cihatçıların Ortadoğu’da yarattığı dinsel kontrast sonucu, aniden görünür oluvermişti.

Mostar…

Ayracı böylece kapattıktan sonra izlenimlerimize Saraybosna’nın ardından Mostar ile devam edelim.

Saraybosna’dan iki saatlik bir tren yolculuğu ile gidiliyor Mostar’a. Ancak yolun yarısında trenden otobüse, sonra otobüsten yine trene aktarma yapmak zorundasınız. AB’nin verdiği paralarla, eski Yugoslavya’dan kalan demiryolları yenileniyormuş.

Mostar, Neretva Nehri’ni sıkıştıran iki dağın, Podvelez ve Hum dağlarının eteğine kurulmuş. Şu anda Hırvatlar batı kısmında, Boşnaklar doğu kısmında yaşıyor. Sırp nüfus ise savaş sırasında kaçıp terk etmiş Mostar’ı. Halen Hersek eyaletinin merkezi olarak Kanton statüsünde ve çok uluslu bir şekilde yönetiliyor.

Saraybosna’dan daha temiz ve derli toplu. Bunun kentin önemli bir bölümünün geçimini turizmden sağlamasından dolayı olduğunu düşünüyorum.

Oteller daha temiz ve profesyonel. 5 yıldızlı otel sayısı çok az.

Ben bir tane gördüm.

Mostarlılar, Hilton, Sheraton otel zincirlerinin şubelerinin şehirlerinde olmadığını söylediler. Buna rağmen sokaklar turist kaynıyor.

Demek ki; ultra herşey dahil sistemle 5 yıldızlı otel işletip Türk müşteriye dış kapının dış mandallı muamelesi yapmak, turistleri otellere hapsedip şehir içindeki esnafa kan ağlatmak doğru bir turizm politikası değilmiş, eğer ki asıl amaç kara para aklamak ve yandaşları zengin etmek olmasın.

Mostar'da çok sayıda Asyalı turist var. Azımsanmayacak sayıda Kanadalı ve Amerikalı turist de gelmiş. Ünlü köprüsü buraya çok sayıda turist çekiyor. Mostar tipik bir Ortaçağ kenti ama turistler haklı olarak en büyük ilgiyi köprüye gösteriyor.

Köprünün güzel fotoğraflarını çekmek çok ucuz değil. Güzel kare alabilmek için nehrin kıyısında serpiştirilmiş restaurantlara gitmek zorundasınız. Bir de yine nehrin hemen kıyısındaki yamaca yapılmış Koski Mehmet Paşa Camii’nin avlusuna girmeniz gerekiyor ki o da ancak 3 Avro karşılığında mümkün. Demem o ki köprünün fotoğrafları bile parayla.

Eski kent iyi korunmuş ama aralara serpiştirilmiş yeni binalar, ortaçağ havasını bozuyor. 1992-1995 arasındaki savaşın izlerini hala görmek olası.

Mostarlılar, savaşın izlerini ve köprünün 1993 Kasımında Hırvat topçusunun açtığı ateşle yıkılmasını da müzelerdeki fotoğraf ve videolarla pazarlıyorlar.  Saraybosna-Mostar tren biletinin 11 KM (Bosna - Hersek'in para birimi. 1 KM yaklaşık 3.69 TL) olduğu düşünülürse, 11 KM olan müze biletinin çok ucuz olmadığını anlayabiliyoruz.

Kentte çok sayıda cami var. Camilerin büyüğü ve en güzeli 1557 yılına kayıtlı Karagözbey Camii. Bir diğer önemli cami ise 1618 tarihli Koski Mehmet Paşa Camii.

Gelelim ünlü Mostar Köprüsü'ne...

1566 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından, Mimar Sinan'ın öğrencisi Mimar Hayreddin’e yaptırılmış. İki ucuna da kuleler inşa edilmiş. Köprü 24 metre yüksekte 30 metre uzunluğunda, 4 metre genişliğinde.

İç savaş sırasında Mostar Köprüsü’ne ilk saldırıyı 1992’de Bosnalı Sırplar düzenlemiş. Ancak köprü direnmiş, yıkılmamış. 1993’te Kasım ayında Hırvat tankları köprüye daha büyük bir zarar veren saldırılarını başlatmış ve 09 Kasım 1993 yılında köprü Hırvat topçusunun ateşiyle tamamen yıkılmış, dev taşları Neretva Nehri’nin sularına gömülmüş.

Savaşın ardından köprünün yapımı için uluslar arası toplum devreye giriyor. Ülkeler köprünün yeniden inşası için milyon dolarla ifade edilen bütçeler ayırıyorlar. Mostar Köprüsü'nün yapımına 3 milyon 89 bin 200 dolarla en fazla parayı İtalya vermiş, ikinci sırada 2 milyon dolarla Hollanda var. Türkiye 1 milyon dolarla üçüncü sırada.

Uzun bir yol ve Karadağ…

Mostar’dan sonraki durağımız Karadağ’ın ünlü Kotor kenti oldu, ancak çok uzun ve ilginç bir yolculuğun ardından…

Öncelikle, Kotor’a sakın Mostar ya da Hırvatistan’ın Dubrovnik kenti üzerinden gelmeyin. Yugoslavya’yı parçalayıp sınırları yeniden çizenler, ülkeleri birbirine muhtaç etmek adına yani bilerek karayollarını hiç dikkate almamışlar.

Mostar’dan kalkan otobüslerin çoğu; Kotor'a gelmek için Bosna Hersek'ten önce Hırvatistan'a giriyor. Yarım saat sonra Hırvatistan'dan çıkıp Bosna Hersek’i Adriyatik'e bağlayan daracık Neum koridorunu geçiyor. Otobüsler sonra yeniden Hırvatistan sınırına geliyor,  Dubrovnik üzerinden yarım saat sonra Karadağ sınırına, ardından da Kotor’a ulaşıyorlar.

Yol tam 11 saat sürüyor. İki defa Hırvat, iki defa Boşnak sınır kontrolünden geçiyorsunuz. Tabii, Hırvatlar AB üyesi olmanın gereğini özenle yerine getirip, sınır geçişlerinde eski yurttaşları olan Karadağlılara ve Arnavutluk vatandaşlarına adeta kan kusturuyorlar.

Hırvat polisinin otobüsü durdurduktan sonra Nazi Almanyası’ndaki bir Gestapo şefi edasıyla “Halt, papieren”[1] demesi an meselesiymiş gibi geliyor. Polislerin kuşkucu bakışlarından Türk yolcular da nasibini fazlasıyla alıyor, Yeşil pasaportları veya Schengen vizeleri olsa bile…

[1] Almanca, “Durun, kağıtlar” anlamına geliyor. 2. Dünya Savaşı sırasında ülkeden kaçmak isteyen Yahudiler için en korkutucu sözlerden biri olduğu biliniyor.

Otobüste bir İngilizle tanıştım. Spilt'ten Dubrovnik'e gitmek istiyormuş. Farzedin ki İzmir'den Antalya'ya gidecek. İngiliz gezgini Dubrovnik'e götürüyoruz diye otobüse bindirmişler, birkaç aktarma sonrası önce Zagreb sonra Mostar ve ardından benimle yol arkadaşlığı yaparak 10 saatte Dubrovnik'e vardı.

Şöyle düşünün Çanakkale’den İzmir’e gitmek istiyorsunuz. Önce Ankara sonra Kayseri’ye götürüyorlar. Buralarda otobüs değişiyorsunuz. Ardından sizi Konya ve Afyon’a getiriyorlar. Sonra da başka bir otobüse bindirip İzmir’e bırakıyorlar.

İngiliz, 26 saatte ancak varabildi gideceği yere.

Kotor ise Adriyatik kıyısında tam bir gizli cennet. Amma ve lakin, Türkler 10 yıldan buyana bu gizli cenneti keşfetmiş durumdalar. Vizenin olmayışı, yatırım yapanlara ya da mülk alanlara vatandaşlık verilmesi gibi kolaylıklar, Türklerin buraya akın etmesine ve iş kurmasına zemin hazırlamış gibi görünüyor.

Eski şehir tabir edilen kale içindeki dükkânların çoğunu Türkler işletiyor. Ayrıca bayram tatillerinde Türkler buraya akın ediyorlar. Sokaktaki beş kişiden ikisi Türk, biri Asyalı...

Genel olarak Avrupa ülkelerinden ucuz. Avro kullanıyorlar ama geçimini turizmden sağlayan her toplum gibi burada da, gelenleri yürüyen cüzdan olarak görme hastalığı başlamış.

Eski şehir inanılmayacak kadar etkileyici. Çok iyi korunmuş. 10. Yüzyıldan 20. Yüzyıla kadar yapılmış bütün yapılar çok iyi durumda. Adeta film seti gibi…

Tarihten birkaç not verelim. Osmanlı burayı 16. ve 17. Yüzyıllarda iki kez kuşatmış ama alamamış. Osmanlının baskısı sonucu bir süre Osmanlı'nın kanunları ile yönetildiği söyleniyor ama nasıl olduğunu ben çok anlamadım. Osmanlı'dan korktukları için Venedik hâkimiyetini istemişler. O yüzden kentte İtalyan etkisi hemen göze çarpıyor.

Küçük bir anekdot ile Karadağ bölümünü sonlandıralım.

Ülkelerin coğrafi büyüklükleri, insanların mesafe algısını da şekillendiriyor. Kotor’da kaldığım otelin sahibi, Belgrad’a gitmek için araç sorduğumda, “Kotor'da maalesef havaalanı yok” dedi. Olmaması doğaldı. Çünkü kentin görünür çevresinde yumurta koyacak yer bulunmadığı için havaalanı yapılamamış olması da anlaşılabilirdi. En yakın havaalanını sorduğumda ise “Tivat'ta var” dedi, “Buraya 11 kilometre uzaklıkta”

Ona göre aradaki 11 kilometre havaalanının Kotor’da olmadığı anlamına geliyordu.

ODTÜ'den Çayyolu'na kadar olan mesafenin 13 kilometre olduğu aklıma gelince gülümsemeden edemedim “Tamam” dedim, “Uzak filan ama yapacak bir şey yok, giderim artık”

Tivat Havaalanı küçük ama bir o kadar da yoğun. Mesele; Türkiye'de olduğu gibi yandaşları zengin etmek için milletin anasının ak sütü gibi helal parasından verdiği vergileri anlamsız büyüklükteki havaalanlarına yatırmak olmamalı. Tivat’taki bu küçücük havaalanı, Kotor'u çok rahat dolduracak kadar turistin ülkeye girişini sağlayabiliyor.

Son durak Belgrad

Belgrad’a da en son 1999 yılında gelmiştim. NATO operasyonunun hemen öncesinde…

Bugüne çok fazla bir değişim olmamış.

Benim gözlemleyebildiğim kadarıyla Sırbistan’ın, Türkiye’deki siyasi ve toplumsal koşullarla önemli benzerlikleri var.

Sırbistan’da da toplum kutuplaşmış. Bir kısım yönetimin tahkim etmesiyle Sırp milliyetçiliği üzerinden yürüyor. Diğer kısım, demokrasi, hak, hukuk derdinde.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Sırbistan Devlet Başkanı Vucic ile samimi olması da ayrıca dikkat çekici.

Siyasilerin, bütün dünyaya komik ve anlamsız gelen uygulamalarının sadece Türkiye'de olduğunu düşünürdüm. Örneğin, Ankara’nın eski Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in dinazorları gibi…

Aynı dinazorları Belgrad’a da koymuşlar. Hem de turistlerin en çok gezdiği Belgrad kalesinin içine.

Görünce gülme tutmadı desem yalan olur.

Bir de yine kale içine silah müzesi açmışlar. Öyle ortaçağ silahları filan değil. Bildiğin SAM füzesi sergiliyorlar. Bununla da kalmamışlar, işkence aletleri müzesi de açmışlar. Ortaçağ işkence aletlerini sergiliyorlar.

İnsan düşünmeden edemiyor; Sırplar zaten Bosna'da yaptıklarından ötürü dünyanın gözünde sabıkalı. Niye giderler de bu tür anlamsız işler yaparlar diye

Bir de 2. Mehmet'in Belgrad'ı kuşatıp alamamış olmasıyla övünüyorlar. Bu övünme şekli bana çok anlamlı gelmiyor. Belgrad o zaman Katolik Macarların kentiydi. Ortodoks Sırplar da Katoliklerin baskısı altındaydı. Üstelik 65 yıl sonra 1. Süleyman vezirini gönderip Belgrad'ı aldı. Almakla da kalmayıp Sırpların bir bölümünü getirip İstanbul'a yerleştirdi.

Diğer yandan Belgrad Türk kaynıyor. Görünen o ki vizeyle uğraşmak istemeyen Türkler, buraları tercih ediyor.

Bir de sivrisinek sorunu var ki, hiç sormayın. ABD’nin vermek istemediği F35’ler gibi uçuyorlar ve fena sokuyorlar!

Sözün bittiği yer…

Yugoslavya’nın parçalanması süreci ben meslekte yeni bir muhabirken başladı. O günden buyana anlamadığım ve belki de kendimce beni ikna edebilecek bir yanıt bulamadığım soru şuydu:

“Böylesine büyük ve güçlü bir ülke nasıl olur da böylesine kanlı bir sürecin ardından paramparça olabilir. Bu ülkede hiç mi sağduyulu, hiç mi aklı başında yönetim yoktu ki, bu sürecin önüne geçemedi?”

Eski Yugoslavya coğrafyasında dolaşınca, bu sorunun yanıtını önemli ölçüde verebiliyorsunuz. Coğrafyası, zenginliği, büyüklüğü, insanlarının kalitesi, denizleri, gölleri, ormanları, nehirleri, kentleri, tarihi… Her şeyiyle o kadar güzel bir coğrafya ki, emperyalist ülkelerin böylesine bir ülkeyi rahat bırakması, kendine özgü bir sosyalizmle yönetilmesine izin vermesi, bu ülkeyi sömürmeden sağlıklı ilişkiler kurmasını düşünmek zaten safdillik olurmuş.

Rahmetli İsmail Cem’in rahmetli Ekrem Pakdemirli ile 2002 yılında yaptığı özel bir görüşmenin tanığı olmuştum. İsmail Cem, boşa çıkan yeni Parti deneyiminden şikâyet ederken, kendisine nasıl uluslar arası bir tuzak kurulduğunu anlatmış ve şöyle demişti:

“Yugoslavya’nın parçalanmasından önce, bizim bugün dost ve müttefik bildiğimiz ülkeler, sivil toplum kuruluşları üzerinden, bu ülkenin entelektüellerini, üniversite hocalarını, gazetecilerini, gazetelerini sendikacılarını el altından satın almışlar, paraya bağlamışlar. Ülke parçalanma noktasına gelince, satın alınan bu kişiler, ya seslerini çıkarmadılar ya da ülkenin parçalanmasına destek verdiler. Bunları söyleyenlere o zaman inanmamıştık, ama şimdi bizim başımıza gelenlerden sonra anlıyorum ki, birileri bu işleri çok güzel dizayn ediyor”

Bir başka bakış açısıyla eski Yugoslavya coğrafyası, bizim için de önemli ve kayda değer yüzlerce örnekle dolu!

Görmek için sanırım biraz bakış açımızı değiştirip bakmamız gerekiyor.

 

 

 

 

 

 

 

[1] İngilizcede iyi niyet içeren, kalpten gelen, öyle istendiği için öyle olacağına inanılan düşünceyi anlatan bir terim.

[2] Genç Bosna

[3] Almanca, “Durun, kağıtlar” anlamına geliyor. 2. Dünya Savaşı sırasında ülkeden kaçmak isteyen Yahudiler için en korkutucu sözlerden biri olduğu biliniyor.

Bahadır Selim Dilek

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı

 

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...

Error: No articles to display