Liberalizmin Türkiye Serüveni Üzerine Bazı Değerlendirmeler

Yazan  25 Aralık 2013

Liberalizmin Kısa Türkiye Serencamı

XIX. yüzyıl Batı dışı toplumlarda siyasi, idari, sosyal ve kültürel kurumların Batı modeline göre yeniden inşa edilmeye çalışıldığı, en azından restore edilmek istendiği bir dönüşüm ve değişim yüzyılı olmuştur. Klasik-geleneksel kurumlarla birlikte Batı ile rekabeti sürdürmenin ve bu rekabette başarılı olmanın imkansızlığı yargısı egemen olmuştu. Geleneksel kurumlar yeni sorunları çözmede eskisi kadar başarılı olamıyor, geleneksel bilgi üretme biçimleri de arzulanan çözüm önerileri geliştiremiyordu. Tam bu noktada, özellikle Osmanlı’da Batı’nın üstünlüğünün kabul edilmesi ve mevcut kurumların Batı’dakilere göre restore edilmesi yoğun olarak gündeme gelmiştir (Dursun, 1999:109)

Osmanlı’da XVIII. yüzyıl başlarında Lâle Devri ile başlayan Batılılaşma /modernleşme eğilimi gittikçe ağırlığını hissettirerek geri dönülmez bir sürecin başlangıcı olmuştur. Bu süreçte “Sened-i İttifak”, “Tanzimat”, “Islahat”, “Meşrutiyet”, “Kanun-i Esasi”, “Mecelle”, “Nizamname” ve diğer tüm yeni sayılabilecek gelişmeler sosyal ve siyasal alanda yapılan köklü reformlardı. Bu reformlar genellikle Batı karşısında Osmanlı’nın kendi yerel / geleneksel kaynaklarından uzaklaşarak Batı’da ortaya çıkan sosyal, kültürel ve siyasal karakterli fikirlerin etkisiyle Batı karşısında yaşanan kötü durumun iyileştirilmesine yönelik,genellikle de devlet eliyle gerçekleştirilen “muasırlaşma” hareketleri olarak tanımlanmaktadır (Şen 2005:4).

1839’da ilân edilen Tanzimat Fermanı ile esas itibariyle, Osmanlı devleti,özellikle sivil hukukta Batı’nın liberal esaslarına yaklaşmış, geleneksel İslâm hukukundan görünür bir şekilde uzaklaşmıştı.Söz konusu Ferman ile Batılı anlamda devletin tüm uyruklarının, dinleri, mezhepleri, ırkları ne olursa olsun, kanun önünde, hak ve mükellefiyetleri bakımından eşit tutulacağı kabul edilmişti (Zürcher,1999:78-80).Fermanda vaat edilen reformlar Osmanlı’da başlayan Batılılaşma politikalarının II.Mahmut’dan tevarüs eden ıslahatlardı. Reform maddeleri Avrupa’da bulunmuş ve Avrupa dillerini bilen Osmanlı devlet adamları tarafından öğrenilen klasik liberal,düşünceyi tekrarlamanın yanı sıra, Osmanlı bürokratlarının “padişahın kulları” olarak tehlikeye açık olan konumlarından kurtulma arzularını da yansıtmaktaydı(Zürcher,1999:80).Bu nedenle özellikle reformlar ve eşitlik prensibi, bir anlamda yüzyıllardır Batı’da uygulanmaya başlanmış modern / liberal felsefenin aynen Osmanlı devletinde de uygulanabileceği niyetini ihsas ettiriyordu (Şen 2005:4-17;Okyar 1999:429).

“Osmanlı Devleti’nin XIX. yüzyıl başlarından itibaren belirginleşen modernleşme çabasının aynı zamanda laikleşme ve liberalleşme anlamına da geldiği iddia edilmiştir.Bu yargı, Osmanlı Devleti’nde padişahı yazılı bir anayasayla sınırlama girişimi demek olan “meşrutiyet” yönetimine geçme (1876) çabası olarak göz önüne alındığında,Osmanlı Devleti’nin son dönemindeki siyasi modernleşme hareketleri bakımından anlamlı bir iddia olabilir.1876’da ilan edilen I. Meşrutiyet ve Kanun-i Esasi esas itibariyle devletin sınırlanmasını amaçlayan liberal bir araç olmakla birlikte, aslına padişahı sınırlıyordu. Padişah sınırlanmış, padişahın birçok yetkisi genel olarak bürokrasiye daha sonra da İTC’nin eline geçmişti.Türkiye tarihinde ilk anayasanın (Kanuni-i Esasi) 1876 yürürlüğe konmasının arkasındaki fikrî kaynak ve destek, başlıca temsilcileri Namık Kemal, (1840-88) Ziya Paşa (1825-1880) ve Ali Süavi (1839- 1878) olan Yeni Osmanlılardan gelmiştir. Namık Kemal sadece anayasalı bir yönetimin siyasi hürriyetin garantisi olacağını değil, fakat aynı zamanda serbest ticareti savunması bakımından da liberal doktrinin etkisi altında kalmıştır.Bu anlamda Namık Kemal’e göre Osmanlı’nın geleceği İmparatorluğa temsilî, anayasal ve parlamenter bir yönetimin getirilmesinde ve böylece Müslüman gayrı Müslim Osmanlı tebaasına tam bir yurttaşlık ve devlete sadakat duygusunun aşılanmasında yatıyordu. Bu iş yapılırken İmparatorluk Avrupa’nın liberal devletlerini örnek alacaktı, ama Yeni Osmanlılar bu işin aynı zamanda halk egemenliğini tanıyan geleneksel İslâm ilkelerine bir dönüş demek olduğuna da inanıyorlardı. Namık Kemal’e göre, örneğin yeni bir halifenin cülusunda İslâm cemaatlerinin liderleri tarafından yapılan geleneksel biat uygulaması, sadakat yemini esnasında halk ve hükümdar arasında toplumsal bir sözleşmenin onaylanmasıydı.

“Fikri açıdan bakıldığında Türkiye tarihinde ilk anayasanın (Kanun-ı Esasi) 1876 tarihinde yürürlüğe konmasının arkasındaki  fikri kaynak ve destek, başlıca temsilcileri Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi olan Yeni Osmanlılardan gelmiştir.İbrahim Şinasi (1824-1871) teşebbüs hürriyeti konusundaki görüşleriyle dikkat çeker. (Erdoğan 2005:32)” Yeni Osmanlılardan itibaren özellikle Tanzimat aydınlarında Fuad ve Âli Paşaların vasiyetnamelerinde  iktisadi vaziyetin ve kamu yönetiminin içinde bulunduğu durum farklı yönlkeriyle analiz edilmeye çalışılmıştır.1858 Arazi Kanunnamesi ile beraber âyan ve mütegallibenin gasbettiği arazinin özel mülkiyete temel oluşturmak üzere tebaya devredilmesi kapitalist ekonomik üretim biçim ve ilişkilerinin sermeye birikimi aşamasına temel teşkil ettiği iddia olunabilir.

Bu süreçte Batılılaşma, serbest ticaret problematiğine  yaklaşımında bugünün pek çok entelektüelinden bile daha kuşatıcı ve açıklayıcı değerlendirmeleri ile Cevdet Paşa  çok özel bir konuma sahiptir [özellikle medeniyetin Batıyla özdeşleştirilmesine medeniyetin  evvela Doğuda oluştuğunu sonra Batıya geçtiğini bundan sonra nerde ortaya çıkacağını ve hangi elbiseyi giyeceğini ancak Allah’ın bilebileceği yolundaki değerlendirmesi/eşitsiz büyüklükteki pazarların serbest bir biçimde birbirine açıldığı takdirde gelişmiş olanın zayıf olanı yok edeceğini İngilizlere verilen imtiyazlar neticesinde ortaya çıkan durumdan bu genel ilkeyi bilmeden ampirik yoldan gözlemleyip ifade edebilmiştir.] (Çavdar 1992:35-42).

Liberal düşüncenin ekonomik anlamda Türkiye’deki temellerini ilk atan düşünür olarak Sakızlı Ohannes Paşa (1862-1863) söylenebilir. Sakızlı Ohannes Paşa Mekteb-i Mülkiye iktisat dersleri vererek liberal tezleri iktisadi anlamda savunuyordu. “Milletin Zenginleşmesi Bilimin Kaynakları” (Mebadi-i İlm-i Servet-i Millel) adlı kitabın yazarı da olan Ohannes Paşa’ya göre Osmanlı Devleti’nin iktisadi kalkınması için mülkiyet hakkına ve girişim özgürlüğüne dayalı, açık ve rekabetçi bir iktisadi yapı gerekliydi. Paşa temel yaklaşımına uygun olarak, ekonomide korumacılık, devletçilik ve tekelin yanlış olduğunu ileri sürmüştür.

Müteakiben Mehmet Cavit Bey liberal düşüncenin en derinlikli  temsilcisidir.İktisadi görüşlerini 4 ciltlik İlm-i İktisat adlı kitapta derli toplu ortaya koymuş 1908-1910 Ulum-ı İktisadiye Mecmuasını çıkaranlar arasında yer almıştır.Cavit Bey yazılarında Osmanlı Devletinin kalkınmasının ancak dünya ekonomisiyle bütünleşmesinde ve bu amaçla yabancı sermayeyi teşvik etme yoluyla mümkün olabileceğini savunmuştur.İktisadi korumacılığa karşı çıkmıştır (Erdoğan 2005:32 ).

Meşrutiyet döneminde diğer bir fikir adamı Prens Sebahattin liberal tezleri ve adem-i merkeziyet fikrini savunan liberal aydınların başında gelir.(1878-1948) Türkiye Nasıl kurtarılabilir isimli kitabında bu tezleri işler.Onun diğer liberallerden ayıran nokta iktisadi görüşlerini bireyci bir toplumsal teoriyle temellendirmeye çalışmış olmasıdır.Meşrutiyetten Cumhuriyete uzanan süreçte Ahrar Fırkası, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Hürriyetperveran Fırkası program içerikleri itibarı ile liberal umdelere yer verirler.Bu anlamda İttihat ve Terakkinin ekonomik liberalizm fikri ile büyük ölçüde mutabıktırlar.

Cumhuriyet döneminin liberal olarak nitelenebilecek siyasal muhalefet hareketi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasıdır. Bu dönemde Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu Beylerin Gökalp’a göre [ferd yok cemiyet var,hak yok vazife var anlayışı] devlete göre bireye merkeze alan yaklaşımları liberalizmin milliyetçilik içerisinden bir başlangıç mahreci olabilecek kadar dikkat çekicidir[bu yaklaşım aynı zamanda Türk milliyetçiliğinin iki farklı damarına temel teşkil etmesi açısından son derece dikkate değerdir].Ne yazık ki bu düşünce gereken itibarı görememiştir.Oysa Ağaoğlu ve Akçura Azerbaycan ve İdil-Ural deneyimlerinden ve Marksist ekonomi politik literatüre Türkiye sahası aydınlarından daha fazla ölçüde olan hakimiyetleri dolayısıyla konunun önemine vakıftılar.Özelikle Akçura İdil Ural ticaret burjuvazisinin o bölgede yarattığı milli demokratik dönüşümün, aydınlanma ve bilinçlenmenin  bizatihi tanığıydı. Müteakiben TCF’dan sonra  Fethi Okyar’ın başkanlığında 1930 yılında kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası program bakımından liberal öğelere yer verir.

Takip eden süreçte Demokrat Parti liberal bir programı tatbik etmeye başlar.İkinci döneminden itibaren otoriterliğe yönelmesine karşılık liberal entelektüel muhalefet F.Lütfi Karaosmanoğlu tarafından  Hürriyet partisine yöneldi(1955).Bu oluşum uzun soluklu olamadı.Bu çevreye yakın olarak çıkan Yeni Forum Dergisi DP çizgisine muhalif önemli bir liberal aydın mecrası oluşturmuştur [Fethi Çelikbaş, Aydın Yalçın,Turan Güneş,Şerif Mardin) gibi aydınlar bu derginin fikri çerçevesini oluşturur.

Adalet Partisi, Anavatan partisi çizgisinde liberal düşünce belli seviye ve görünümlerde temsil edilmiştir.Sonraki süreçte 1994 yılında Besim Tibuk öncülüğünde kurulan Liberal Demokrat Parti kamuoyu nezdinde bir karşılık bulamadı.

Liberal düşüncenin hatırı sayılır bir mecrası liberal düşünceye yaptığı düşüncel katkılar ve liberal düşünce metinlerinin Türk okuyucusuyla buluşmasını sağlayan Mustafa Erdoğan, Atilla Yayla ve Kazım Berzeg’in Liberal düşünce topluluğudur.

Seksenli ve doksanlı yıllar boyunca ortaya çıkan yeni basın mecralarında ağırlıklı olarak sol ve sağ siyasi gelenekten gelen aydınlar, 28 Şubat sürecinden sonra Siyasal İslamcı gelenekten aydınlar liberal düşüncenin etkisinde bir muhalefet ve düşünce mecrası oluşturmuşlardır.

* * * * * *

Liberalizm mufassal bir felsefi akım olmaktan ziyade tarihsel kapitalizmin bir türevi ve görünümü olan bir ideoloji olarak değerlendirilebilir.Liberalizmin eşsiz, biricik ve tarfsızlığına! vurgu yaparak onu “her derde deva” olarak sunmak isteyen kültür endüstrisi liberalizmin  ideolojik nosyonunu dolayımlayarak örtmeye çalışsalar da  insan ,toplum ve tarihin gelişimindeki rolü  dolayısıyla -bal gibi- ideolojik bir boyutu vardır.Kapitalizmin tarihin belli bir kesitindeki görünümü ve türevi olarak adlandırdığımızda ideolojik bir hüviyeti açığa çıkar.

Türkiye’de liberalizme ilişkin popüler algı büyük ölçüde Turgut Özal ve ANAP döneminde gündeme geldi.Ağır bir sosyal sarsıntı sonrasında dünyadaki değişime paralel olarak sosyalizmin düşüşe geçmesiyle beraber radikal sol aydınların önemli bir kısmı kapitalist ideolojinin bir formu olan liberalizmi ve liberal tabirini kullanmaya başladı.Bunu tamamlayan bir resim olarak ekonominin dışa açılması,ihracat destekleri çerçevesinde yani bir müteşebbis sınıf ortaya çıkmaya başlamıştır.Bu bağlamda Semra Özal etrafındaki Papatyalar oluşumu o güne kadar az görülen tüketim kalıplarının değişimi geleneksel değerlerin  ve ideolojik doğrultuların tuz buz olması bu çerçevede geleneksel aydın unsurların post kapma savaşında sergiledikleri ilkesiz tutumlar  , zengin sofralarında şaklabanlıklar liboş! argosuyla vülger pejoratif ne yapsa yerdir, değersiz , para pula tapan bir portreyi tasavvur ettirmiştir.

Bu algılama liberal düşüncenin gerçek takipçilerinin yeterince anlaşılamamasına veya bir entelektüel tartışma zemininde gelişmesini imkansız kılmıştır. Diğer bir unsur liberalizmin soğuk savaş döneminde sosyalizme karşı kazandığı moral üstünlük onu bir sığınak haline getirmiştir.Otoriter ve totaliter ideolojilere getirdiği eleştiriler dolayısıyla geleneksel  muhafazakar düşüncenin kendisini ifade edeceği bir mecra olmuştur.

Türkiye pratiğinde durum hayli arabesk bir görünüm arz eder. Muhafazakar Demokrat diye formüle edilen kavramın içerik ve kapsamı belirgin değildir.Cemaat ve tarikatlardan  yükselen demokrasi demokrat, vesayet, gibi kavramlar üzerinde yeniden düşünülmesi gerekir.Türkiye’de bir teorik tartışmanın açılması kaçınılmazdır.”Yed-i gassalde meyyit gibi olmak” [=ölü yıkayıcısının elinde ölü gibi olmak]tan bireye ve demokrasiye cemaat hiyerarşisinden demokratik topluma nasıl geçilebildiği konusunda kafalar iyiden iyiye karışıktır.

“Liberal teoride özgürlüğün öznesi herhangi bir toplu varlık biçimi –toplum,ulus,sınıf,grup cemaat) değil sadece birey olarak insandır.Liberallerin özgür toplumdan kastettikleri şey özgür bireylerden oluşan bir toplumdur. (Erdoğan 2005:28).Yeni bir toplumsal tahayyül için bütün bu olguların layıkıyla tartışılması lazım gelir.

Oysa liberalizm bahsine girdiğimizde Atilla İlhanın meşhur “hangi” serisi ile başlamak icap eder.Liberalizmden değil liberalizme ilişkin farklı yaklaşımlardan ve bunların dönemsel tercih ve yaklaşımlarından bahsetmek söz konusudur.Türkiye’de liberalizm eleştirilerinin tıkandığı noktalardan birisi de burasıdır.Büyük ölçüde Marksist teoriden alınmış bir söylemle getirilen eleştiriler geldiğimiz noktada farklı bilimsel disiplinlerin yöntemleri ve bakış açıları ile desteklenmesi icap eder.

Rasyonel ve optimum üretim modeli olarak liberalizmin getirdiği yaklaşım aşılabilmiş değildir.Fakat bunun karşılığında insanlığın ödediği ödeyeceği fatura bu üretim kültürünün sorgulanmasını gerektirecek pek çok nesnel  gerçekliğe sahiptir.

Kapitalizmin ilerleme ve refah idealinin sonu gelmez bir masal olduğu ürettiği zenginliğe paralel olarak yoksulluğu da beraberinde ürettiği bir vakıadır. Kapitalist kültürde üretim tüketim toplumunun ihtiyaçtan ziyade iştahına bağlı bir unsurdur.Bu sebeple ayakta kalabilmesi için bu çarkın artarak devam etmesi gerekir.

Konfüçyus kültür geleneğinde itaat,uyum ve disipline bağlı uzak Asya ülkelerindeki refah ve ekonomik gelişme liberal tezin ekonomi politik pek çok iddiasını geçersiz hale getirmiştir.Kültürel hegemonya araçları ile dünyaya dayatılan liberalizmin mümkün dünyaların en az mahzurlusu olduğu tezi felsefi ve mantıki olarak zayiddir.Tarih tek hat üzerinde ilerlemeci bir perspektifte akan bir olgu değildir.Bunu iddia edebilmek için bütün olası seçenekleri tüketene kadar yanlışlamak gerekir ki beyhude bir çabadır.

Türk kültürünün tarihsel kodlarında yer alan “Zıllullahı fil alem devlet-i ebed müddet, ya devlet başa ya kuzgun leşe” anlayışında devletin güçlü bir belirleyiciliği vardır. Bunu Türk dini geleneğinin bütün biçimleri tarihsel süreç içerisinde biçimlendirmiştir.Avrupa kıtası tarihsel süreç içerisinde kendisine yetecek kaynaklardan yoksun kalmıştır.Bu Batı merkezli devlet toplum ve üretim algısının ve bilimsel algısının farklı bir çerçevede seyretmesini sağlamıştır.Batıda devlet geleneği Doğuya nispetle oldukça zayıftır.Doğu toplumlarında iktidarın bütün biçimleri askeri bir niteliğe haizdir.Bu durum toplum tarafından ortak kültürel hafızanın sembol ve mitleri ile önemli ölçüde takviye edilmiştir.

Batı dışı toplumlarda demokrasi, liberalizm gibi değerlerin gelişememesine hayıflanmak ne kadar anlamlı?.Demokrasinin tek biçiminin kapitalist üretim ilişkileri içerisinde mümkün olduğu  savı ne kadar anlamalıdır?.Bu tezi mantıken ve felsefi olarak tarihsel tecrübe ışığında ancak Hayek söylediği zaman bilimsel! olur aksi takdirde “ver bi yanak” küçümsemesine maruz kalırsınız.

Sol liberal zihniyetin ardında ekonomist, ‘vülger’ bir Marksist anlayış bulunur demek yanlış olmaz. Buna göre,  ‘sivil toplumun gelişmemişliği’, ‘demokratik kurumların zayıflığı’, otoriter bir siyasal kültürün varlığı hep bir ‘eksiklikle’, bir burjuva devrimi yaşanmamış olması ve dolayısıyla da eski rejimin varlığını bir biçimde sürdürmesiyle açıklanır. Bu yaklaşımın alt metni, burjuvazinin demokrasinin temel, hatta kurucu öznesi olduğudur. Böylece kapitalizm ile demokrasi arasında adeta bir neden sonuç ilişkisi kurulmuş olur. Yukarıda zikredilen ‘vülger’ Marksizm mucibince beklenen, ‘ceberut/despotik devlet’ ya da ‘Kemalist rejim’, ne derseniz deyin, milli ‘ancien regime’in yine yerli bir Fransız Devrimi’yle yıkılmasıdır. Bunun için de her şeyden önce ‘yükselen’ bir burjuvazi keşfetmek, olmazsa icat etmek gerekir. Ne de olsa bu ilerlemeci-ekonomist Marksizan yoruma göre burjuvazi olmadan demokrasi de olmaz. Bu burjuvazi, kimilerine göre yükselen ve dolayısıyla eski rejime karşı demokratik özlemleri ifade eden ‘taşra’ ya da ‘Anadolu’ burjuvazisi, kimilerine göreyse devlet kapitalizmine karşı aynı özlemlerin taşıyıcısı olan ‘özel’ kapitalizmdir (Foti Benlisoy 12 eylül 2010 Birgün gazetesi).

Türkiye’de tarihsel süreç içerisinde liberalizm [serbesti] fikri  belli kesitlerde dönemin egemen düşünce yapısına eklemlenerek onu bir ölçüde etkileyerek belli ölçü seviyelerde varlığını sürdürmüştür.Türk düşünce geleneğinde bir düşünceyi felsefi düzlemde kavramsallaştırma, temellendirme ve sistematikleştirme etkinlik ve süreçlerinin takip edilmemesi teorik bir düşünme ve tartışma , metodolojisinin /geleneğinin olmaması verimli bir çözümleme ve yorumlama etkinliğini kuramamıştır.Bu meyanda Batı felsefe ve düşünce geleneğinde kendi özgün tarihsel ve toplumsal koşullarında doğmuş ve makes bulmuş düşünce hareketleri ve bu düşüncelere bağlı olarak üretilen praksis  benzer etki ve değişimleri Batı dışı geleneklerde olduğu gibi ülkemizde de üretememiştir.

VIII. XIV. yüzyıllar arasında Klasik Yunan ve sair ilmi gelenekleri tercüme ederek büyük bir bilimsel ve düşünsel akımı başlatmış olan İslam medeniyeti [özellikle Türk;İran Arap] sahalarında Batı ve sair kültürel ve bilimsel geleneklerin fersah fersah önündedir.Lakin XIV yüzyıldan sonraki süreçte İslam ve genel anlamda Doğu medeniyetinde olduğundan farklı bir düşünsel ve bilimsel etkinlik Avrupa birikimini bugün bütün dünyanın öykündüğü biricik konumuna getirmiştir.

Tarihsel olarak Avrupa kıtası tarihin hiçbir döneminde kendine yetecek kaynak ve zenginliğe sahip olamamıştır.Bu durum Avrupa dikkatini kıta dışına yöneltmesine sebep olmuştur.Batı hep Batı dışı coğrafyalardan ithal ettiği kaynaklara muhtaç olmuştur.Bu onu bilimsel bilginin faydacı ve üretici kullanımına tabiatı denetim altına alarak ondan daha fazla faydalanma düşüncesine yönlendirmiştir.Bu içerik kendi rasyonalitesini üretmiştir.

Coğrafi keşiflere kadar Doğu özellikle İslam medeniyetine mensup ülkeler ticaretin ve zenginliğin odağıdır.Coğrafi keşiflerin ardından başlayan Batı yayılmacılığı ona paralel olarak gelişmeye başlayan kapitalist üretim kültürü çok kısa sürede Batının üretim, zenginlik ve diğer parametrelerdeki geometrik olarak artan üstünlüğünü sağlamıştır.Burada Batının sermaye birikimini sağlayacak hisse senedi,faiz, gibi piyasadaki parayı toplama ve kullanma modelleri gelişmeyi ateşleyen bir diğer dinamiktir.Doğu dünyası sermaye birikimi açısından gerekli kurum, düzenleme ve araçları ancak XIX. yüzyıldan itibaren yeni yeni öğrenmeye başlamıştır.

“İslamiyet’in sivil toplumun etkin bir aktörü olarak kalmasında ve hatta kamusal hayatı demokratik yoldan etkilemeye çalışmasında liberalizme herhangi bir aykırılık yoktur.Şüphe yok ki liberalizmin öngördüğü özgürlükçü toplum,bütün inanç sistemlerinin meşruluğunun tanındığı ve mensuplarının    barışçı özgürlüklerin güvence altına alındığı bir toplumdur.Böyle bir toplumda elbette dinlere ve dini  motivasyonlu sivil siyasi etkinliklere de yer vardır.Hukuki ve siyasi düzenin dinle temellendirilmesi(meşrulaştırılması) ve hem siyasal hem de kamusal alanda İslami öğretinin resmi belirleyici referans çerçevesini oluşturması ise İslamın özgürlükçü bir din olup olmadığından bağımsız olarak , liberalizmle bağdaşmayacaktır.Çünkü bu siyasal liberalizmin temel ilkelerinden olan  devletin tarafsızlığına aykırı düşer. Devletin tarafsızlığı, onun tasarrufundaki cebir gücünün vatandaşlara belirli bir inanç ve değerler sistemini dayatmak  amacıyla kullanılmamasını emreder.Bunu hukuk diliyle ve dinle bağlantılı olarak ifade etmek gerekirse liberal devlet zorunlu olarak laik bir devlettir.Açıktır ki bir din devleti , herhangi bir ideolojik devlet gibi ,kaçınılmaz olarak monist bir sosyo politik model öngörür. Diğer dinler ve değer sistemleri karşısında resmi dini avantajlı kılar ve en azından siyasal ve kamusal değerlerinin meşruluğunu tanımaz.Böyle bir durum , liberalizmin temel değerlerinden olan , çeşitlilik le de eşitlikle de bağdaşmaz.Liberalizm , kamusal alanda sınırlı ölçüde saldırgan olmayan bir biçimde kolaylık sağlaması na ve onlara seremonik bir değer atfedilmesine bile karşı çıkan katı bir laikçilikle de uyuşmaz…siyasi alanda bir din adına  hareket edilemez çünkü aksi halde din adına başkalarına müdahale etmek kaçınılmazlaşır.Oysa Kuranın kendisi dinde zorlama olmadığını belirtmiştir.İnsanları yönetme işi gerektiğinde zor kullanmayı ,fiziki güce başvurmayı gerektirir.Bu ise hiç kimsenin Allah adına hareket etme yetkisine sahip olmadığı yolundaki Kurani öğretiye ters düşer(Erdoğan 2005:450-451)”.

“Batı’da Fransız Devrimi’ne kadar hâkim ya da ulusal, yani toplumu oluşturan sınıflara maliyet yükleyici bir devlet görülmez. Ticaret kapitalizminin oluştuğu döneme kadar toplumda etkin bir devletin varlığından söz etmek mümkün değildir. Bunun öncesinde mevcut olan ise yerel iktidar odakları veya feodal beylerdir. Kaldı ki, Batı’da kapitalizmin ortaya çıkması önemli ölçüde ilkel sermaye birikimini yaratan faaliyetlerin tam manasıyla icra edilmesinin önüne engeller koyan otoriter bir devletin bu dönemde mevcut olmamasına bağlıdır. (Burada kastedilen ulusal ya da yerel sınırlar dahilindeki sermaye birikimidir, çünkü uluslararası birikim için devlete ihtiyaç duyulmuştur.) Halbuki Osmanlı’da daha 14. yüzyılda bu türden bir devletin temelleri atılmıştır. Diğer taraftan, Doğu’da devlet geleneği Batı’ya kıyasla çok daha eskilere gider. Bunun en önemli göstergesi sultanlar için yazılan siyasetname ve nasihatname gibi eserlerdir. Batı’da ise bunları örnekleri Machiavelli’nin “Prens”ine kadar görülmez. Kabaca söylersek, devletin toplumsal yapının oldukça önemli bir bölümünde, esas olarak da ekonomide, kural koyucu ve denetleyici biçimde kendisini göstermesi Osmanlı’da kapitalizmin ortaya çıkışını engellemiştir. Bu sayede Aydınlanma sürecinde din, iktidar ve akıl (veya bilim) karşısında, insanlığın maddî ve zihinsel evriminin koşullarına uygun olarak sınırlanabilmiş ve, böylece, ilerleyen toplumsal evrimin karşısında gücü geriletilip toplumda bireyselleşmesi sağlanmıştır. Diğer bir ifadeyle, din, toplumsal hayatın pratiklerinde etken bir unsur olma niteliğini kaybetmiştir. yeniliklerin hiçbirisi görülmemiştir.

Türkiye’de liberalizmin yerleşmesinin önündeki engellerden biri de, birey olamamış, bunun bilinç düzeyine erişememiş halkın her başı sıkıştığında otoriteye sığınma hasretidir. Dolayısıyla, köklü bir devlet geleneğine sahip olan bir ülkede liberalizm savunusunu sadece devletin eleştirisine dayandırmak doğru değildir. Türkiye’de insanlar kendilerini hâlâ devletin alanı dahilinde tanımlama ihtiyacını duymaktadırlar. Hâlbuki sanayi toplumunun değerlerinin toplumdaki taşıcıları, tam da birey olma bilincine erişmiş olan insanlardır. Kendisini birey olarak görmeyen birinden liberal değerleri ne anlamasını ne de savunmasını beklemek mümkündür. Unutulmamalı ki, bireyselleşme sanayileşme süreci içerisinde gerçekleşmektedir. Türkiye’deki toplumsal yapı devlet eliyle, yani bürokrasinin güdümlemesi vasıtasıyla oluşmuştur. Bu güdümleme esnasında Batı’da doğal biçimde, yani kendiliğinden gelişmiş olan kurumlar bürokrasi tarafından yaratılmıştır. Hem bu kurumlar hem de toplumsal yapı bu şekilde yapay yoldan oluşturulduğu için, Türk toplumu Batı’nın sanayileşmiş toplumları ile kıyaslandığında ciddi bir bilinç eksikliği yaşamaktadır. Toplum hakkı olanı “almaya” değil, bunun kendisine “bahşedilmesine” alışmıştır.

Burada liberallerin yaptıkları çok vahim bir yanlışa kısaca değinmek istiyorum. Ne yazık ki, bütün liberaller piyasa ekonomisine geçişi kalkınmanın ya da sanayileşmenin önkoşulu sayıyorlar. Hâlbuki piyasa ekonomisi bir ülkenin sanayileşmesinin önkoşulu değildir. Tersine, piyasa ekonomisi sanayileşme sürecinin bir ürünüdür. Bir ülkede sanayileşme başlamadan önce serbest piyasanın mevcut olması mümkün değildir. Diğer bir ifadeyle, piyasa ekonomisi bu süreç içerisinde ortaya çıkar ve bu sürecin sonunda olgunluğa kavuşur. Piyasa ekonomisinin tam manasıyla uygulanması da ancak sanayileşmiş bir ülkede mümkün olabilir. Bu, hem o toplumdaki maddî koşulların  (veya üretim teknolojisinin) hem de o toplumu oluşturan bireylerin zihinsel durumlarının piyasa ekonomisinin tam olarak işlemesine imkân verecek düzeye ulaşmış olmaları anlamına gelir. Hiçbir feodal Avrupa ülkesi birdenbire piyasa ekonomisine geçerek sanayileşmemiştir. Önce piyasa ekonomisi, ardından sanayileşme diye bir şey söz konusu olamaz. Bu türden yapılar hiçbir zaman durduk yerde ortaya çıkmazlar. Bunların belirli tarihsel koşulları mevcuttur”(Can Madenci, http://www.siyasetkahvesi.com/sayfa.php?ole=yazi&yzid=303).

 

Sonuç Yerine: Türk Usulü “laissez, faire, laissez passer”/ Türkiye’de Liberalizmine Tarihi Perspektiften Bir Eleştiri

İnsan odaklı yeni bir üretim ve paylaşım kültürüne olan ihtiyaç bütün ağırlığı ile kendini dayatmaktadır. Afrika örneğindeki trajik durumda kendi ülkesinin verimli topraklarında yabancı gıda tröstlerinin suyu ve diğer kaynakları bedavaya kullanarak insanları üç on paraya topraklarından ederek ürettikleri gıdaları limanlardan güvenli şekilde kendi korunaklı alanlarına taşıdıkları “hukuki” ve piyasacı düzeni elleri bellerinde seyretmelerini –zengin efendilerinden ölmemek için açlıkla mücadele için gıda yardımı ile yetinmelerini beklemek hayalcilik olur.İnsanlara parası olmadığı için açlıktan ölmesinin , tedavi olmamasının, su içememesinin makul olduğunu anlatacak bir izan mantık ve fikir sistemi liberalizm dışında henüz icad olmadı.

Türkiye örneğinde neoliberalizmi düşündüğümüzde <Kayseri’de çek yat yapıp satan müteşebbis ne liberal ne de kapitalist olabilir. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” şiarını çay ocağındaki arabesk çerçeveli yazıda, camide,cumada, bütün toplumsal mekanlarda duyumsayarak yaşamak onu bulunduğu fiili durumla çelişkiye düşürür,vicdan azabına sürükler.Oradan 5 yıldızlı süper lüks umreye gidip ayaklı kadehle alkolsüz içecek içip [take:alıp demeliydim] 15.kattan Kâbe manzarası izleyip arınması lazım.Buradan  Türk kapitalizmi ve Weber’ci  şema çıkar mı?

Türkiye’de liberalizmi tek ve standart bir önermeler dizgesi olarak algılayan ve sunan liberaller liberalizmin tarihsel tekamülü süreci içerisindeki insana ve toplumu gözeten eşitlikçi, haksızlıkları azaltıcı sosyal içerikli politikaları yok sayarlar. Bunu iş dünyasına eklemli medya düzeni de söylemiyle onaylar.Oysa çağdaş siyasi düşünce geleneği içerisinde liberalizmin konumu kamuoyuna sunulduğu gibi tek biçimli ve görünümlü değildir.Burada siyaset bilimci Heywood’dan uzun bir alıntıyla makul ve mümkün liberalizmlere ilişkin değerlendirmelerine bakmakta fayda vardır:

“20. yüzyılda Batılı devletlerin çoğunda ve birçok gelişmekte olan ülkede devlet müdahalesinin artışı söz konusu olmuştur. Bu müdahalenin önemli bir kısmı, sos­yal refah biçimindedir. Yani, sefalet, hastalık ve cehaletin üstesinden gelme ve böy­lece yönetimlerin yurttaşlarına refah desteği sağlama teşebbüsleri söz konusu ol­muştur. Eğer minimal devlet 19. Yüzyıl'ın tipik devleti ise modern devlet de 20. Yüzyıl'da tipik olarak refah devletidir. Bu durum birçok tarihsel ve ideolojik etke­nin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Örneğin hükümetler, ulusal verimliliği artırma, daha sağlıklı işgücü ve daha güçlü ordulara sahip olma arayışına girmişlerdir. Ay­rıca, genel oy hakkı kazanan sanayi işçisi ve bazı durumlarda da köylünün sosyal reform talepleriyle yüklü seçim baskıları söz konusu olmuştur. Refah devleti an­layışının ardındaki siyasal akıl yürütme tarzı, tek başına herhangi bir ideolojinin ürünü olarak karşımıza çıkmaz. Bu anlayış farklı şekillerde sosyalistler, liberaller, muhafazakârlar, feministler hatta zaman zaman faşistler tarafından bile dile geti­rilmiştir. Liberal gelenek içinde sosyal refah anlayışı, modern liberaller tarafından gündeme getirilmiştir. Bu anlayış belirgin bir şekilde, bireysel sorumluluk ve kişi­sel çabanın erdemlerini göklere çıkaran klasik liberallerin zıddına geliştirilmiştir

Modern liberaller refah anlayışını, fırsat eşitliği temelinde savunmuşlardır. Eğer belli başlı birey veya gruplar, mevcut sosyal koşullardan dolayı zarara uğruyorlarsa, o zaman devletin bu zararları azaltmak ya da ortadan kaldırmak üze­re yüklenmesi gereken sosyal sorumlulukları vardır. Bununla beraber modern liberaller, yönetimin sorumluluklarındaki bu türden artışların, bireysel hakları or­tadan kaldırmayacağına, aksine daha da genişleteceğine inanırlar. Yurttaşlar, ko­nut edinme, eğitim ve çalışma hakkı gibi çeşitli refah veya sosyal haklar elde et­mişlerdir. Bunun aksine klasik liberaller, yurttaşlar için sadece yönetsel iktida­rın kısıtlanmasına dayalı olan negatif hakların söz konusu olabileceğine inanırlar. Bu anlayış, liberallerin saygı duydukları ifade, dernekleşme ve ibadet özgürlükle­ri gibi geleneksel sivil hakların çoğunu kapsar. Bu türden haklar, yönetimin asla dokunmaması gereken "özel alanı" oluşturur. Bunun aksine refah hakları ise po­zitif haklardır. Çünkü bu haklar ancak devletin pozitif faaliyetleriyle tatmin edi­lebilir. Devletin bu çerçevedeki faaliyetleri arasında, devletin verdiği kâr payları, emekli maaşları, kamusal kaynaklarla sağlanan sağlık ve eğitim hizmetleri yer alır.

20. yüzyıl boyunca liberal partiler ve hükümetler genellikle sosyal refah dava­sını kuvvetle savunmuşlardır, İngiltere'de refah devletinin temelleri, Birinci Dün­ya Savaşı'ndan önce Asquith Liberal hükümeti tarafından atılmıştı. Bu hükümet, yaşlılık aylığı ve sınırlı da olsa bir sağlık ve işsizlik sigortası sistemini uygulamaya koymuştu. İngiliz refah devleti uygulamaları, modern liberallerden William Beveridge (1879-1963) tarafından kaleme alınan 1942 Beveridge Raporu'na göre İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra daha da genişletilmişti. Bu uygulama, tüm yurttaşların "beşikten mezara kadar" yaşamlarını içeren kapsamlı bir sosyal gü­venlik sistemi oluşturmayı taahhüt ediyordu. ABD'de ise liberal refahçı anlayış 1930'larda F. D. Roosevelt'in yönetimi altında geliştirilmiştir. İktisadî bireycilik ve kişisel çaba fikirleri 20. Yüzyıl boyunca baskın konumlarını muhafaza etmiş­lerdir ama Roosevelt'in "New Deal" politikası çerçevesinde işsizler, yaşlılar, ço­cuklar, dullar ve körler için kamusal yardım uygulamaya konmuştur. New Deal liberalizmi, Roosevelt'in 1945 yılındaki ölümünden sonra da devam etmiş ve 1960'larda John Kennedy'nin "New Frontier" siyasaları ve Lyndon Johnson'un "Great Society" programı çerçevesinde en üst düzeye ulaşmıştır. Johnson'un programı daha çok ABD'deki zencilerin yurttaşlık hakları, ABD kentlerindeki se­falet ve yoksullukla mücadele meseleleri üzerinde yoğunlaşmıştı.

Bazı açılardan modern liberalizm, liberalizm ile sosyalizm arasındaki ay­rımın ortasında durmaktadır. Örneğin, 19. Yüzyıl'm sonlarında ortaya çıkan "yeni" liberaller, Fabian sosyalizminden etkilenmişlerdi. Bu çakışma, özellikle John Rawls'un eserleri çerçevesinde biçimlenen ve sosyal demokratik liberalizm olarak adlandırılan anlayışın ortaya çıkışıyla 20. Yüzyıl'ın ikinci yarısında sıkça telâffuz edilmeye başlanmıştır. Sosyal demokratik liberalizmin ayırt edici özel­liği, genellikle sosyalizmin temel değeri olarak görülen göreli bir sosyal eşitliği desteklemesidir. Rawls A Justice Theory (Bir Adalet Teorisi, 1970) adlı eserinde, "hakkaniyet olarak eşitlik" anlayışına dayalı refah uygulamalarını ve yeniden pay­laşımı savunmuştur. Rawls'un iddiasına göre, eğer insanlar sosyal konum ve ko­şullarının farkında olmasalardı; eşitlikçi bir toplumu, yoksulluktan sakınma ar­zusu zenginliğin cazibesinden daha güçlü olduğundan, eşitliksiz olana göre daha "hakkaniyetli" görürlerdi. Bundan dolayı Rawls "farklılık ilkesi"ni önerir; yani, sosyal ve iktisadî eşitsizliklerin, -çalışma güdüsünün sağlanması için belli bir öl­çüde eşitsizliğe olan ihtiyacın farkında olmakla birlikte- en az variyetli olanların menfaatini gözetecek şekilde ele alınması gerektiğini öne sürer. Tüm bunlara rağ­men, bu türden bir adalet teorisi, sosyal dayanışmadan çok bencillik ve bencil çı­kar iddialarında kök saldığı için sosyalist olmaktan ziyade liberaldir (Heywood 2010:73-75)”.

Kapitalizm yaşadığı tarihsel krizlerden ironik bir biçimde “sürekli ve kallavi!” diğer sosyal kesimlerin aleyhine devlet müdahaleleri ile kurtulabilmiştir.İnsanların nesnesi olduğu ama işleyişinde bilimsel gerekçelerle !söz sahibi olamadığı  mistikleştirilmiş bir bilimsel zırha bürünmüş piyasacı mantık yolun sonuna gelmiştir.Yetmişli yıllardan günümüze sermaye ve teknoloji birikimine sahip zengin kuzey ülkelerinin fakir doğal kaynaklara sahip güney ülkeleri aleyhine toplam zenginlikten aldıkları pay devasa bir boyuta ulaşmıştır.

Bugün finans kapital tarafından bütün dünyaya dayatılan program insanı,değersiz yok sayan, ekonomik bir girdi gibi değerlendiren, nesneleştiren etik içerikten yoksun bir yaklaşımdır.Sermayenin ve malların serbestçe dolaşımına izin verilen bir ortamda emeği mekana sabitlemek ahlaksız ve eşitliksiz bir köleci sistemi fiilen ortaya çıkarmıştır.

Öte yandan Türkiye örneğinde liberal bir anlayışın tesisi için Anadolu kaplanlarının devlete rağmen ortaya çıktığını ve bunun liberal iklim olarak ümitvar bir gelişme olarak gören Mustafa Erdoğan’ın (Erdoğan 2005:39) bu görüşü < ki bu tespit Türk entelijansiyası açısından nerdeyse bir kaziye-i muhkem> haline gelmişken Ayşe Buğra ve Osman Savaşkan’ın “Yerel Sanayi ve Bugünün Türkiyesinde İs Dünyası” isimli çok önemli ve nitelikli çalışması bu tezin kökten yanlışlığını ve Türkiye’de halen devletin dolaylı araçlarla en büyük kaynak aktaran ve zenginliğin yönünü belirleyen odak olduğunu vuzuhla ortaya koyar.Böyle bir yapıda hangi burjuvazi devleti sınırlandırmak için “ahidleşme” teklifinde bulunacak ve buradan burjuva demokratik devriminin erdemleri neşet edecek bizce izahtan varestedir.

Kanaatimce Türkiye’de yurttaş hukukunu esas alan laik, demokratik sosyal hukuk devletini , manevi ve metafizik bilgi ve ritüellere saygılı bir sistemin kurulamamasının altındaki temel neden yeterince kapitalistleşememeden öte bir yerde aranmalıdır. Dini dünya görüşü ile bilimsel alanı, bilimsel bakış açsısı ile dini alanı açıklama teşebbüsü tarihsel gerilimin temel noktalarından biridir.Bunun aşılabilmesi için Türk düşünce ve tefekkür geleneğinin kadim geleneği ile eleştirel bir tarzda bağlarını kurarak teorik bir düşünme ve tartışma ,metin üretme etkinliğine girişmesi elzemdir.Bu noktada güçlü bir tarihsel ve sınıfsal mutabakat zemini inşa edilebilecek imkan vardır.Buradan kendi rasyonalitesine üreten bir düşüncel mirası üretmek , kurmak en önemli çıkış noktası olacaktır.

Aksi takdirde herkesin aklında başkaca bir ajandayı sakladığı bir poker masasında, pişti oynamaya çalışan  Türkiye’nin siyasi ve toplumsal aktörler sisteminde liberalizm yine bir Türk icadı olan “Doğan görünümlü Şahin” kadar liberalizm, demokrasi veya demokratik hukuk devleti  olur.

 

KAYNAKÇA

Altan, Mehmet (1999). “Liberalleştiremediklerimizden misiniz?”, Yeni Türkiye, Ankara

Bauman, Zygmunt (2006).Küreselleşme, İstanbul:Ayrıntı Yay.

Bourdıeu,Pıerre vd (2009).Neoliberal İktisadın Marksist Eleştirisi,İstanbul:Kalkedon Yay.

Buğra,Ayşe;O.Savaşkan (2010). “Yerel Sanayi ve Bugünün Türkiye’sinde İş Dünyası”, Toplum ve Bilim,S 117,s 92-121

Çavdar Tevfik (1992).Türkiye’de Liberalizm (1860-1890), Ankara:İmge Yay.

Dursun, Davut (1999).“Küresel Saldırılar Karşısında Yerel ve Tarihsel Olanın Yeniden Değerlendirilmesi İhtiyacı”, Yeni Türkiye, Ankara, 1999, s.109

Erdoğan, Mustafa (2005). “Liberalizm ve İslam” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Liberalizm-, İletişim Yay:İstanbul,C.VII,s 444-452

Erdoğan, Mustafa (2005). “Liberalizmin Türkiye Serüveni” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Liberalizm-,C.VII,İletişim Yay:İstanbul,s 13-23

Erdoğan, Mustafa (2009). Liberalizm,Demokrasi ve Türkiye Modeli, İstanbul:Plato Yay.

Heywood, Andrew (2010). Siyasi İdeolojiler, (Çev.A.Kemal Bayram vd.)Ankara:Adres Yay.

Lewis, Bernard (1993)Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Çev., Metin Kıratlı), TTK Yayınları, Ankara

Magdoff,Harry (2006). Sömürgecilikten Günümüze Emperyalizm,(Çev. Erdoğan Usta) İstanbul:Kalkedon Yay.

Mustafa Şen (2005). “Türkiye’de Liberalizm,Din ve İnsan Hakları”,Yayınlanmamış Y.Lisans Tezi Van:Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enst.

Okyar, Osman “Liberalizm ve Türkiye”, Yeni Türkiye, Ankara, 1999, s.429

Wallerstein,Immanuel (2006). Tarihsel Kapitalizm,(Nemciye Alpay),İstanbul: Matis Yay.

Zürcher, Eric Jan (1999). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, (Çev. Yasemin Saner Gönen), İletişim Yay., İstanbul:İletişi Yay.

 

Prof. Dr. Kemal Üçüncü

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display