GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRK-ARAP İLİŞKİLERİNİN KONJONKTÜREL SEYRİ

Yazan  18 Kasım 2009
Dünyanın başka hiçbir yerinde olmadığı kadar çelişkili görüşleri besleyen bir tarihi derinliğe sahip olan Ortadoğu’da, Türkiye’nin izlediği politikalar, genel olarak Türk-Arap ilişkileri çerçevesinde şekillenmiştir.

Türk-Arap ilişkilerinin tarihsel gelişimine bakıldığında ise uzun yıllar boyunca karşılıklı olarak oluş(turul)muş tehdit algılamaları ve gerginliklerin ürünü olan bir seviyede ilerlemiş olduğu görülmektedir. Araplar, Araplar, özellikle de "Arap entelijansiyası" söz konusu uzun yıllar boyunca Türkleri, geri kalmışlıklarının tek müsebbibi olarak nitelendirdikleri "eski patron" Osmanlı'nın mirasçısı ve Arap modernleşmesinin önündeki yegane engel olarak görmüşlerdir. Türkler ise, yine aynı kronolojik ve mantıksal çerçeve içerisinde, Arapları, I. Dünya Savaşı'nda, "Türkleri sırtından vuran hainler" olarak algılamışlardır. Karşılıklı olarak zihinlere ve toplumsal belleklere yerleşen bu tarihi-psikolojik imaj ve algılar, yine karşılıklı olarak ilişkileri "ötekileştirme" zeminine indirgemiştir. Bu süreçte Soğuk Savaş'ın dayattığı kutuplaşma dalgası içerisinde seçimini "Batı"dan yana yapan Türkiye ise yaptığı seçimle, yönünü tamamen Batıya doğru dönerek, Ortadoğu özelinde, Doğuya sırtını çevirmiş ve kaçınılmaz olarak zamanla bölgeye yabancılaşmıştır. Bu yabancılaşma, karşı taraf için de aynen geçerli olmuş ve hem ikili hem de kümülatif ilişkilerde Türk-Arap ilişkilerinin diplomatik seyrini etkileyen en önemli kavramlardan biri söz konusu yabancılaşma kavramı olmuştur.

Kopuşun köşe taşları…

Girizgahta da belirtildiği üzere Türk-Arap ilişkileri, Osmanlı İmparatorluğu çatısı altında 400 yıllık birlikte yaşama serüvenin sancılı bitişinden sonra daha da sancılı dönemler yaşamıştır. Bu kopuş sürecine daha yakından bakacak olursak şüphesiz ki karşımıza ilkin Osmanlı'yı çöküşe götüren I. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasını kapsayan yıllarda yaşanan gelişmeler çıkmakta. Bu dönemlere ilişkin göze ilk çarpan hususların başında da tahmin edileceği üzere Arapların yoğun olarak yaşadığı bölgelerde patlak veren, gizli anlaşmalarla "taçlandırılmış", Batı destekli Arap isyanları gelmekte. İngiliz, Fransız destekli isyanlar nedeniyle Türk-Arap ilişkileri, 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyılın başlarından itibaren kimi zaman açıktan, kimi zaman gizliden bir kopuş sürecine girmiş ve bu kopuş zaman ilerledikçe, özellikle de "iki savaş arası dönem" olarak nitelendirilen I. Ve II. Dünya Savaşları arasındaki dönemde ciddi anlamda derinleşmiştir. Soğuk Savaş döneminde de farklı kutuplarda yer alınması ile daha da derinleşen kopuş, Türk-Arap ilişkilerinin ana karakterini belirlemiştir.

İlişkilerin bu denli derin bir biçimde kopmuş olması Ortadoğu'nun fay hattında büyük depremlere yol açmıştır. Çift kutuplu sistemde adeta bir sağırlar diyaloguna dönüşen ilişkiler, stratejik, bölgesel politikalardan çok, Doğu-Batı kutuplaşması ekseninde reflektif politikalardan ibaret olmuştur. Takip eden süreçte Türkiye'nin İsrail'i ilk tanıyan ülkeler arasında olması, Süveyş bunalımında takınılan Batı yanlısı tavır, Bağdat Paktı'nın kurulması ve 50'lerin sonunda Suriye ile savaşın eşiğine kadar tırmanan gerginlikler, zaten var olan negatif algılamaların siyasi bir yansıması olarak nitelendirilmiştir. Bu bağlamda Arap ülkeleri, Türkiye'yi, "Batı" olarak ifade ettikleri sömürgeci ülkelerin stratejik ortağı olarak görmeye başlamışlar ve ilişkilerini daha sert bir zemine taşımışlardır. Türkiye ise, bu dönem içerisinde, Batı ile de anlaşmazlıklar yaşamış ve önemli bir uluslararası yalnızlaşma sürecine girmiştir.

Altmışlı yıllar ise, Türk-Arap ilişkilerinde ciddi bir değişime sahne olmuştur. 1964 Kıbrıs Bunalımı ve ABD ile yaşanan gerginlikler, Türkiye'yi blok eksenli politikalardan uzaklaştırmıştır. Aynı dönemde, 1967 Arap-İsrail savaşında alınan ağır yenilgi ile düşüşe geçen, hatta kimi Arap aydınına göre söz konusu ağır yenilgi ile "ölüm fermanı imzalanan" Arap milliyetçiliği, Ortadoğu'yu izafi olarak da olsa SSCB ekseninden yani dönemin terminolojisi ile "Doğu Bloku"ndan uzaklaştırmıştır. Hem Türkiye'nin, hem de Arap ülkelerinin kısmen de olsa yalnızlığa itilmeleri karşılıklı olarak diplomatik destek ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Soğuk Savaş ortamında meydana gelen bu zorunlu/seçmeli pragmatist konjonktür, Türk-Arap ilişkilerinde psikolojik tehdit algılamalarını bir süreliğine ve istisnai olarak devre dışı bırakmıştır. Göreceli olarak iyileşme sürecine giren ilişkiler, Türkiye'nin Ortadoğu politikalarında da dönüşüm yaşanmasına neden olmuştur. Türkiye'nin, 1976 yılında İslam Konferansı Teşkilatına (İKT) üye olması bu keskin değişimin en somut örneği olarak kabul edilmektedir.

Seksenli yıllarda ise yine değişen ve kendi içinde dönüşen konjonktürün marifeti ile yumuşama sürecine giren ilişkiler, ekonomik bağlar kurularak, oluşturulan ortak çıkar alanları ile geliştirilmeye çalışılmıştır. İKT çerçevesinde yürütülen faaliyetler de bu ekonomik bağların gelişmesine ön ayak olmuştur. Ancak ekonomi, siyaseti peşinden sürüklemeye yetmemiş ve bir sonraki dönemde ilişkiler yeniden eski seyrine yönelmiştir. Nitekim Soğuk Savaş'ın sona ermesi ile ilişkilerin pozitif yönlü bir istikrara dönüşeceği öngörüsünün hakim olmasına karşın doksanlı yıllarda Ortadoğu'da yaşanan gelişmeler, ilişkileri tam aksi yöne doğru sürüklemiştir. ABD'nin kurguladığı "Yeni Dünya Düzeni" bağlamında yeniden düzenlenen bölgesel sistem çerçevesinde Türkiye, Ortadoğu Barış sürecine dahil edilmemesi üzerine reflektif bir politik manevrayla İsrail ile stratejik bir yakınlaşma sürecine girmiş ve bu strateji çerçevesinde izlenmeye başlayan politikalar bir süredir uykuda olan Türk-Arap gerginliğini yeniden uyandırmıştır. Aynı dönemde, bu gelişmelere paralel olarak yaşanan ikili gerginlikler ise, Türkiye'yi, Ortadoğu algılamalarını ve politikalarını yeniden gözden geçirmeye itmiştir. Özellikle Türkiye-Suriye arasında savaşın eşiğine kadar tırmanan PKK merkezli gerginlikler, Türkiye'nin Ortadoğu'ya ve dolayısıyla Arap dünyasına yönelik yaklaşımlarını negatif yönde etkilemiştir. Doksanlardan itibaren bölgede ağırlığını hissettiren ABD, son 15 yıllık dönemde Türkiye'nin Ortadoğu politikalarında şekillendirici olmasa bile yönlendirici bir faktör olmuştur. Aynı dönemde Türkiye'nin İsrail ile olan stratejik çıkar ortaklığını artırması, Türk-Arap ilişkilerinde ilan edilmemiş bir gerilimi su yüzüne çıkarmıştır.

2000'li yıllara gelindiğinde birçok yönden yeniden tanımlanma hatta yer yer yeniden inşa sürecine giren küresel ve bölgesel sistemler içerisinde kaçınılmaz olarak konjoktüre göre konumlanan Türkiye ile aynı şekilde konjonktürel dalgalanmalara sahne olan Arap dünyası arasındaki ilişkiler yine, yeni(den) bir değişim sürecine girdi. Takip eden süreçte bir müddet "araf"ta seyreden ilişkiler, ABD'nin 2003 yılında Irak'ı işgal etmesi ve sonrasında yaşanan gelişmeler ile birlikte güncellenen bölgesel sorunlar çerçevesinde şekillenmeye başladı. Bu sırada Kasım 2002'de yapılan genel seçimler sonrasında tek başına iktidara gelen AKP'nin "muhafazakar" yaklaşımları, partinin her ne kadar ilk başlarda ön plana çıkarılmasa da tabanın ve parti önde gelenlerinin siyasi geçmişleri göz önüne alındığında açıkça okunan "Arap dünyası ile sıkı bağlar kurma" sloganı söz konusu bölgesel gelişmelerle birleşince günümüze değin sürecek olan "sıfır problemli sıkı ilişkiler" politikası uygulamaya başlanmış oldu.

Hali hazırda yürütülmekte olan, hatta giderek daha da geliştirilen söz konusu politikaların yanı sıra karşı tarafın da ilişkilerin güçlendirilmesine yönelik adımlar atması, AKP hükümetinin politikalarına mütekabiliyetle cevap vermesi, ilişkileri üst seviyelere çıkardı. Özellikle "Arap vicdanına" hitap eden, duygusal açıklamalar, romantik açılımlar; yine Arapların özellikle de sıradan halkın kalbini fetheden siyasi adımlar atılması süreci ciddi anlamda hızlandırdı. Her şeyden önce "1 Mart Tezkeresi"nin TBMM'den geçmemesi Arap Dünyasındaki "Batıcı Türkiye" imajının büyük ölçüde yıkmaya yetti. Aynı şekilde çok değil sadece 10 yıl önce savaşın eşiğinden dönülen Suriye ile üst düzey ilişkiler kurulması, hem de Suriye'nin üzerindeki yoğun ABD-Batı baskısına rağmen ilişkilerin güçlendirilmesi Arap dünyasında Türkiye'nin "mertebesini" iyiden iyiye yükseltti. ABD ve Avrupa ülkelerinin şüpheyle yaklaştığı, İsrail'in terörist olarak gördüğü Hamas ile (tartışmalara neden olsa da) görüşülmesi, 2006 yazında yaşanan İsrail-Hizbullah Savaşı ve İsrail'in Gazze'ye yönelik giriştiği son büyük operasyon olan "Dökme Kurşun Operasyonu" sırasında ve sonrasında Türkiye'nin İsrail'e yönelik takındığı sert tutumlar, yine İsrail'e yönelik sarf edilen sert ifadeler ve son olarak da Başbakan Recep Tayip Erdoğan'ın 2009 Davos Zirvesi'ndeki "One Minute" çıkışı, yıllarca Arap aleminde "İsrail Dostu" olarak algılanan/yaftalanan ve bu nedenle Arap Dünyası ile arasında psikolojik bir duvar oluşan Türkiye'nin Arap zihin dünyasındaki kulvarını tamamen değiştirdi. Hatta öyle kökten bir değişiklik oldu ki bu, bir zamanlar rejiminden, sisteminden, kimliğinden korkulan, tehdit algılanan Türkiye gitti; yerine model alınan, her hareketi, her adımı takip edilmesi gereken bir Türkiye imajı geldi…

Rol-model Türkiye

Tüm bu siyasal gelişmelerin yanı sıra popüler kültür bağlamında da Arap dünyası ile diziler, filmler gibi medya kanalı ile kurulan yakın ilişkiler siyaseti de ekonomiyi de girift bir biçimde besledi. Bugün gelinen noktada, kısa bir zaman öncesine kadar varlığını koruyan psikolojik duvarlar, karşılıklı oluşan negatif imaj ve algılamalar yerini tam tersi yönde ilerleyen bir sürece bıraktı. Tam da bu noktada akıllarda, deyim yerindeyse kırk tilki dolaşmaya başlıyor ister istemez. Bu tilkilerden hepsi de her nedense öncelikle aynı soruyu soruyor. Nasıl olmuştu da yıllardır beslenip, büyütülen nefret birden aşka dönüşüvermişti? Sorunun cevabını ararken her şeyden evvel şunu tespit etmek gerekir ki 2000'li yıllarla birlikte değişmeye yüz tutan küresel ve bölgesel sistemin çarkları "bu değişime hız ve yön vermeye doğru dönmeye başladı. Tam da bu değişim sürecinde ABD'nin Irak'ı işgal etmesi ile Ortadoğu'da dengelerin tümüyle sarsılması ve Türkiye'de de AKP'nin iktidara gelmesiyle söz konusu yeni sisteme uygun bir yönelimle değişen hatta evrilen bir yapı oluşması, Türk-Arap ilişkilerini bugünkü noktaya taşıdı. Ve gelinen noktada yukarıda da belirtildiği üzere, Arap dünyasında Türkiye'nin daha doğrusu AKP'nin hem siyasal, hem ekonomik hem de sosyolojik anlamda rol-model alınması gerektiğine, Tayip Erdoğan gibi liderler yetiştirilmesine, hatta ve hatta Tayip Erdoğan'ın bizzat Arap dünyasına önderlik etmesine ilişkin fikir jimnastikleri yapılır hale geldi.

Söz konusu düşüncelerin eş zamanlı olarak Türkiye'de ve Arap dünyasında tartışılmaya başlandığı bir süreçte, hem sürecin inandırıcılığı, hem samimiyeti, hem işlevselliği, hem de Türkiye'nin ulusal çıkarları açısından konumu düşünüldüğünde ortaya son derece ilginç bir tablo çıkıyor. Bu bağlamda ilkin bu "rol-model" ifadesi üzerinde dikkatle durmak gerekiyor. Zira bilindiği üzere Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ortaya atıldığında bu kavramla birlikte literatüre "Ilımlı İslam" kavramı da girmişti. AKP'nin kendisini tanımladığı siyasal kimliğe oldukça benzeyen bu kavram sayesinde daha sonraki süreçte Türkiye, BOP'un "eş başkanı" sıfatını kazanmış ve Türkiye'nin başta Arap ülkeleri olmak üzere tüm Ortadoğu ülkelerine "rol-model" olacağı öngörülmüştü. Görüldüğü üzere bu "model olma meselesi" çok da yeni ve özgün bir mesele değil.

Bir diğer nokta ise direk olarak Türkiye'nin kendisini tanımlama formu üzerinde tartışılması gereken önemli bir ayrıntı içermekte. Bilindiği gibi hem Türkiye'de hem de Arap ülkelerinde kimi aydınlar(!) söz konusu tartışmalarda özne olarak Türkiye'den ziyade Neo-Osmanlı (Yeni(den) Osmanlıcılık) kelimesini kullanılmayı tercih ediyorlar. Türk-Arap ilişkilerine son dönemde iyiden iyiye kendini gösteren bu akım üzerinden yürütülen bir felsefe ile yaklaşılıyor ise şayet, yine, yeni bir açıdan "ulus-devlet" kavramı Altan alta tartışılıyor demektir. Nitekim, kendisini liberal olarak tanımlayan bazı çevrelerde "ulus-devlet" yapısının gereğinden fazla sert, hoşgörüsüz hatta gereksiz bulunulduğu, Osmanlı'nın sistem açısından yüceltilmeye çalışıldığı ve yine aynı çevreler tarafından bu yönde provakatif tartışmaların kurgulandığı düşünülürse oluşan resme biraz daha büyük açılardan bakmak gerektiği açıkça ortaya çıkmaktadır.

Daha önceki birçok yazıda da vurgulandığı üzere ideal anlamda sıfır problem, sıkı bağlar, iyi ilişkiler, pozitif imaj ve algılar son derece insani, son derece etik, son derece normatif kavramlar olarak gelebilir kulağa, hatta bu anlamda ideal bir fotoğraf karesi de oluşturabilir zihinlerde ancak, yaşadığımız dünya, özellikle de Türkiye'nin içerisinde bulunduğu sert coğrafya bu naif kavramların değil realizmin, gücün koyduğu kurallarla, sistemin dayattığı kavramlarla dönüyor. Ve ulus-devlet olarak var olmaksa amaç, tüm bu kuralları, tüm bu kavramları artısı ile eksisi ile gözeterek hareket etmek, politika ortaya koymak ve daha da önemlisi uygulamak gerektiği de su götürmez bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Ama bu süreç zaten kurgulanmış bir sistemin parçası ise, işte o noktada durum daha da karmaşıklaşıyor, akıllar daha bir bulanıyor…

Sonuç itibari ile Türkiye ve Arap dünyası arasında son dönemde ama gerçek ama yarı gerçek, ciddi anlamda bir frekans tutması yaşandığı yadsınamaz bir vakıadır. Elbette ki Türkiye bu durumu birçok açıdan daha da pozitif anlamlarda politik olarak değerlendirmelidir. Ancak aklılardaki "muhalif tilkileri" de bir kenara bırakmamakta, yeri geldiğinde onlara da kulak vermekte her daim fayda olduğu da unutulmamalıdır…

[*] 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Ortadoğu Araştırmaları Bölümü Bilimsel Danışman Üyesi

Miray VURMAY

1982 yılında Hatay'da doğmuştur. Lise eğitimini Ankara çankaya Lisesinde tamamlamıştır. 2003 yılında Selçuk üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünden mezun olmuştur.  2004 yılında Hacettepe üniversitesi Sos. Bil. Ens. Tarih Bölümünde  Yüksek lisans eğitimine başlayan Vurmay, buradaki eğitimini tamamladıktan sonra 2008 yılında Ankara üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü doktora çalışmalarına başlamıştır. 

 

Makale Ve Röportajlar

Cumhuriyet Strateji'de 192 adet olmak üzere, birçok yerli ve yabancı dergi, gazete, televizyon ve radyoda yayımlanmış makale, yorum, röportaj.

Cumhuriyet Strateji'de 21 adet kitap eleştirisi.

 

Kitaplar

Devrik Bir Cümlenin Sözde öznesi: Ortadoğu, MET-VAK Yayınları, Ankara, 2007,Yazar

Külebi, Ali, Yeni Dünya Stratejileri ve Kilit ülke Türkiye, MET-VAK Yay., Ankara, 2005,Editör

Külebi, Ali, Türkiye'nin Enerji Sorunları ve Nükleer Gereklilik, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2008, Editör

 

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...

Error: No articles to display