AÇILIMIN PSİKOLOJİK ETKİSİ - Abdülkadir ÇEVİK


AÇILIMIN PSİKOLOJİK ETKİSİ - Abdülkadir ÇEVİK

Yazan  09 Haziran 2010
Prof. Dr. Abdülkadir Çevik'le "Açılımın Psikolojik Etkisi" konulu tartışmanın geniş özeti

Açılış – Prof. Dr. Ümit Özdağ

Değerli misafirler, hoş geldiniz. Bugünkü konumuz Kürt açılımı sürecinin Türk toplumu üzerinde yapmış olduğu, Türkiye üzerinde yapmış olduğu psikolojik etkiler olacak. Aramızda bu konuda konuşma yapmak üzere Türkiye'de bu konuda en yetkin kişilerden biri olan Prof. Dr. Abdülkadir Çevik var. Prof. Dr. Abdülkadir Çevik politik psikoloji branşının Türkiye'deki kurucularından. Kendisinden Kürt açılımı sürecini bizim için değerlendirmesini rica ettik. Önce politik psikolojinin ne olduğundan başlayacağız hocam. Ardından Kürt açılımı sürecini tarihsel bir derinlik içerisinde ortaya koyacağız. Her zaman olduğu gibi bir saat kadar sunun gerçekleşecek. İkinci bir saatte ise sizin yapacağınız yorumlar ve sorularla toplantımız devam edecek. Ben sözü daha fazla uzatmadan hocama veriyorum. Buyurun hocam.

Prof. Dr. Abdülkadir Çevik.

Teşekkür ederim hocam.

En yetkili dediniz belki de en yetkisiz kişiyim. Ben tıp doktoruyum, psikiyatristim. Tıbbiyeden ara sıra doktor çıkar misali biz hala doktorluğumuzu yapıyoruz. Çocukken daha ilkokula gitmeden teyzemin Sanat Enstitüsünde bir öğretmeni vardı bana sorardı ne olacaksın. Bir doktor derdim, bir vali derdim. Ben Ankara Yıldırım Beyazıt Lisesi mezunuyum. O liseyi bitirdikten sonra önce Siyasal Bilgilere kaydoldum. 1967-68 dönemi. Siyasal Bilgilerde çok fazla duramadım, memur olmak istemedim, sonrasında vazgeçtim ve Tıp Fakültesine kaydoldum. Tıp Fakültesini 1974'te bitirdim. Demek ki içimde siyasetle, yönetimle, kamuyla ilgili bir şeyler kalmış ki, ben 1980 yılında Amerika'ya Vamık Volkan hocanın yanına eğitim için gittiğimde o yeni kurmuştu politik psikolojiyi. Dünyada ilk defa Uluslararası Politik Psikoloji Derneğini kurup başkanlığını yürütüyordu 1978'de. Bu vesileyle ben de oraya üye oldum ve onunla beraber çalışmaya başladım. Bugün bu alanda bir kitap çıkarma imkânımız da oldu. Dost kitapevinde Politik Psikoloji adlı çalışmayı çıkardık. Türkiye'de bu alanda yazılmış ilk çalışmadır.

Amerika'dan döndükten sonra, 1980'lerin sonlarında 1990'ların başında PKK eylemleri çok üst düzeye ulaşmıştı. O zaman içimiz sızlıyor tabi. Ne yapalım diye düşünürken Ekrem Ceyhun ile birlikte Süleyman Bey'le ve Başbakanlıkta böyle bir merkez kurduk: Türk Politik Psikoloji Merkezi. Ben 1997'ye kadar merkezin başında oldum. Terör ve terörist psikolojisiyle ilgili bazı çalışmalarımız oldu. Devlete elimizden geldiğince bu konuda hizmetimiz oldu. Ama ondan sonra herhalde ihtiyaç olmadı biz asıl görevimiz olan kliniğe geri döndük.

Şimdi politik psikoloji nedir diye soracak olursak:

Rahmetli Ecevit 1974 Türkler ve Yunanlılar arasındaki sorunların temelinde psikolojik bazı bariyerler var tarzında bir şeyler söyledi. Tabi kimsenin pek önemsediği yok bu sözleri. 1977 yılında Enver Sedat İsrail Parlamentosuna bir konuşma yaparak şöyle demiştir: Araplarla İsrailliler arasındaki sorunların temelinde %70 oranında psikolojik faktörler rol oynuyor. Bunun üzerine o zamanki ABD devlet başkanı Carter bu konunun araştırılmasını istiyor ve Vamık Volkan'ı bu konu araştırılsın diye seçiyorlar. Vamık Volkan'ın seçilme nedeni ise, Volkan'ın(kendisi Kıbrıs Türküdür) 1976'da Kıbrıs'taki Türkler ve Rumlar arasındaki sorunların psikolojik analizini yapan bir kitap yazmasıdır. Kitabın adı Cybrus: War and Adaptation (Kıbrıs, Savaş ve Uyum). Bunun üzerine farklı ülkelerin, ulusların psikolojisi ile ilgilendiği için bu iş için seçilmiştir. Bunu üzerine Volkan bu konuya eğilmiş ve kendi ifadesiyle "Biz de bir şey bilmiyorduk, yavaş yavaş konunun içine girdikçe bir şeyler öğrendik" demiştir. Bizlerde bu şekilde bu konuda öğrenmeye başladık.

Gerek büyük gruplar arasındaki, kitleler arasındaki ilişkilerde rol oynayan psikolojik faktörler, gerekse ülkeler arasında mesela Türk-Yunan ilişkileri, Türk-Ermeni ilişkileri konusunda bu ilişkilerin klasik diplomaside bir bakıyorsunuz bir noktaya geliyor ve işler yürümüyor. Sanki bir duvar var arada ve ilişkiler, iletişim bitiyor. Nitekim Ermenilerle on sene önce yapılan görüşmeler bitmişti, yarım kalmıştı. Bir bakıyorsunuz Yunanlılarla bir yere kadar geliyor, Rumlarla bir yere kadar geliyor ve bitiyor. Nedir bu engel olan şeyler? Burada psikolojik faktörler rol oynuyor mu? Diplomasiye de bir başka pencereden bakmak lazım. Çünkü insan faktörü işin içine giriyor, insan faktörünün olduğu her yerde işin içine psikolojik faktörler giriyor. Biz kendimizden örnek verelim. Tarihimize şöyle bir baktığımız zaman, 1071'de geldiğimizi varsayalım ki daha öncesine dair belgeler var. 1071'de Alparslan'ın Anadolu'ya girişine dair söylenenler hoşumuza gitmektedir. Alparslan atının kuyruğunu şöyle bağladı, kılıcını şöyle salladı, Anadolu'yu fethettik. Gururlanıyoruz, hoşumuza gidiyor. Biz gururlanırken orda savaşı kaybedenler ne hissediyor. Bir de o noktadan bakıldığı zaman, karşı tarafında neler hissettiğini düşündüğümüz zaman, uluslar arası ilişkilerdeki esas püf noktasını yakalamış oluyoruz. Orda biz zafer yaşarken onlar travma yaşıyor. Birisi kazanırken, kazanan mutluluk duyuyor, haz duyuyor, gurur duyuyor ancak kaybeden bunun tam tersi duygular içinde olup, bu duyguları nesilden nesile geçirebiliyor. Bu nesilden nesile geçen duygular yüzyıllarca, binlerce yıl devam ediyor. Bunun yüzlerce yıl devam ettiğini Kosova'daki, Yugoslavya'nın yıkılışındaki savaşta gördük. Hatırlarsanız bizden iki gazeteci orada Sırplar tarafından tutuklanmıştı ve birisi Münire Acun diye zannedersem Hürriyet Gazetesi muhabiriydi tam emin değilim diğerinin adını unuttum. Onlara söylenen şudur; Yeter artık sizden altı yüzyıl çektiğimiz, biz de sizi Osmanlı'nın ipek sicimiyle asacağız. Osmanlı oradan gideli yüz sene olmuş ama psikolojik olarak bazı yaşanan travmaların yarattığı acı yüzyıllar boyunca nesilden nesile aktarılıyor ve psikolojik sorunlar o anda nasıl yeniden canlanabiliyor. Bir başka şey yine Sırplarla ilgili;1389 Kosova Meydan Savaşı I. Murat savaşta şehit oluyor. Onların prensi Lazar da savaşta ölüyor. 1989 yılında Slovodan Miloseviç Kosova'ya gidiyor, Müslüman çoğunluğun olduğu bir yer. Sırplar azınlıkta. Onları bir salonda topluyor ve onların hepsinin dertlerini dinliyor ve diyor ki sizi bu dertten bu ıstıraptan kurtaracağız. Birden komünist bürokrat zırhını çıkararak, Sırp milliyetçisi haline dönüşüyor. Ve orada şuna karar veriyorlar; Lazar'ın 599 yıl önce gömülmüş olan cesedini çıkarıyorlar, Kosova Savaşı'nın 600. Yıldönümünü anma törenlerinde cesedi tüm Sırp köylerinde dolaştırıyorlar ve bu eylem sonrasında Yugoslavya'da iç savaş başlıyor. Müslümanların katliamı gerçekleştiriliyor. Aradan yüzyıllar geçse de bunlar unutulmuyor. Acılar da unutulmuyor, zaferler de unutulmuyor. Bizler nasıl ki İstanbul'un fethini coşkuyla kutluyorsak, Fatih atını denize sürdü diye gurur duyuyorsak ve bunlarla kendi kimliğimizi oluşturuyorsak, onların da kimliğini oluşturmasında acıları önemli bir yer tutuyor. Bizim kimliğimizin oluşmaya başlamasına baktığımız zaman, bizim kimliğimizde, zaferler öneli bir yer tutar. Türkler genellikle esaret altında çok yaşamamışlar ve hep hakim olmuşlar ve zafer kazanan bir grup halindeler. Hatta zafer kazanmadıkları dönemde bile kendilerine bir zafer payesi çıkardıkları dahi olmuştur. Örneğin, Baltacı Mehmet Paşa'nın Rusya ile yaptığı savaşta aslında savaşta galip gelmesine rağmen öyle kötü bir antlaşma yapılıyor ki belki Rusya o savaş sonunda yok olacakken o kötü antlaşma sonucu tekrar diriliyor. Ama biz orda kötü bir antlaşma yaptığımızı dahi söyleyemiyoruz. Gurulu yapımızdan dolayı yenilgiyi kabul etmiyoruz ama biz de Katerina'yı aldık değer gibisinden bir havaya giriyoruz. Bu psikolojik bir durumdur. Bunlarda bizim narsist unsurumuzun bir parçası. O kadar çok acı çekmişiz, travma yaşamışız ama hiçbirini gündeme getirmiyoruz. Birinci Dünya Savaşı'nda Balkanlar'dan Kafkaslardan göç edenlerin yaşadıkları ve göçler esnasında yaşanan ölümleri gündeme getirmiş olsak Ermeniler ağzını açamaz. Bizim kayıplarımız o kadar çok aslında ama biz zaferlerle örülmüş kimliğimize halel getirmemek için o kimliğe hiçbir şekilde toz kondurmuyoruz. Bunun için her şeyde kendimize mutlaka bir zafer payı çıkarıyoruz. Halbuki maalesef işin gerçeği öyle değil. Biz de çok acılar yaşamışız, travmatize olmuşuz.

Hıristiyan Batı dünyasının bizimle ilgili sorunları bununla bitmiyor. 1071 sonrası Haçlı seferlerini başlatıyorlar ve yenilip travmatize oluyorlar. İstanbul'un fethiyle en büyük travmayı yaşıyorlar. İstanbul her yönüyle onlar için yası tutulamayacak kadar büyük bir kayıptır. Bizim için Mekke ve Medine yönetiminin Hıristiyanların eline geçmesi ne kadar acı verici bir olay ise onlar için de İstanbul'un kaybı aynı şeyi ifade etmektedir. Üstelik o dönemde Ruslar'ın da gözünün İstanbul'da olduğunu düşünecek olursak, İstanbul Ortodoks dünyasının en önemli merkezi, onlar Katolik dünyasına karşı İstanbul'u önemli bir merkez olarak elde etmek istiyorlar. Bunun için Fatih'e karşı büyük bir öfke duyup neden kendileri alamadıkları için üzülüyorlar. Osmanlı İmparatorluğu genişledikçe bize karşı olan öfkeleri ve travmaları daha fazla artıyor. Bu travmaların bir özelliği, travma kayıp duygusudur, kayıp duygusu demek yas tutma yani bir şeyi kaybettiğimiz zaman onun yasını tutarız. Yasını tutarız zamanla o yası bitiririz ancak yası bitirilemeyecek bazı şeyler var. Yas bireylerin ve toplumların hayatında çok önemli bir faktördür. Örnek verecek olursak, bir yakınınızı kaybettiğinizde bunun yası altı ay ile iki yıl arasında giderek şiddeti azalarak devam eder ve biter. Bu süreç içersinde ne yaparız; kaybettiğimiz kişinin, varlığın özelliklerini kendi içimize mal ederiz ve onunla bütünleşiriz artık onun somut bir varlık olarak dışarıda kalmasının hiçbir hükmü kalmaz çünkü artık onu anarken içimizde var olmaya başlar. Dolayısıyla hem kendi hem onun değerleriyle zenginleşmiş oluruz. Gerçek yasta bu tabloyla karşılaşırız yani onunla özdeşleşiriz. Kaybedilen kişiyi anı formasyonuna dönüştürürüz. Uluslar arası düzeyde milletler için konuştuğumuz zaman, bir ülke kaybedildiği zaman bir toprak kaybedildiği zaman, milletlerin hayatında altı ay iki sene hiçbir şeydir. Bazen yüzyıllar alır bazen hiç yas tutulmaz. Mesela İstanbul'un fethedilmesiyle kendilerini Bizans'ın kalıntıları olarak gören Yunanlılar bunun yasını tutabilmiş değiller. Bunun için resmi hitaplarına bakıldığında hiçbir zaman İstanbul demezler, Konstantinopol derler. Bunun anlamı kaybın henüz kabullenilemediğidir. Kayıp kabul edilemediği zaman yas tutulmamış olur. Yas tutulamayınca da komplike yas patolojik yas veyahut da tamamlanmamış yas halindedir. Yas tamamlanmayınca da farklı bir biçimde kendini değişik davranış ve biçimlerde ortaya koyar. Bunun için de yas toplumların hayatında önemli bir yer tutar. Bu kayıpların yasını tutamıyorlar ve Türklerle de silah zoruyla da başa çıkamıyorlar. Başka yollarla imparatorluğun yıkılması doğrultusunda ciddi hareketler yapıyorlar. Belki şimdi söyleyeceklerimi çok kuşkucu bulabilirsiniz. Ben Osmanlı'nın yıkılmasında matbaanın icadı ve matbaanın Anadolu'ya ve İstanbul'a getirilememesinde Batı'nın bilinçli bir etkisinin olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir toplum ne kadar eğitimsiz bırakılırsa o toplumun çağdaş dünyadan uzaklaşması ve giderek yıkıma sürüklenmesi daha kolay olur. Öyle zannediyorum ki orada taassup kesimiyle işbirliği içinde onları da kullanarak Şeyhülislam'ı vs. matbaa iki yüz yıl sonra İmparatorluğa gelebilmiştir. Bir hayal edin, kullandığımız cep telefonları bilgisayarlar iki yüzyıl sonra buraya gelsin. Halimizi düşünebiliyor musunuz? Şuanda Afganistan yüz sene geride olmasına rağmen yine de belli bir seviyede. Ama iki yüzyıl korkunç bir gerilemedir. İmparatorluğun yıkılması için askeri stratejinin yanında böyle bir psikolojik harekatın da yürütüldüğü kanısındayım.

Birinci Dünya Savaşıyla imparatorluk yıkılıyor. Korkunç bir harp, vatan harabe bir biçimde. Her yer işgal altında. Atatürk çıkıyor, bir umut İstiklal Savaşı'nı Milli Mücadele'yi başlatıyor ve Cumhuriyet'i kuruyor. O milli mücadele yılları sırasında, her zaman bu Türklerin tarihinde hep olmuştur, Milli Mücadelenin yanında yer alan grup ve karşısında olan gruplar var. Milli Mücadele'nin karşısında yenik duruma düşenlerin bugüne olan uzantıları nasıl karşımıza çıkıyor, bunu hepimizin düşünmesi lazım. Benim düşünceme göre Cumhuriyetle birlikte kendilerini travmatize olarak algılayan gruplar var. Zannedersem Dengir Fırat bu konuda bir şeyler söylemişti. Atatürk Devrimleri bu toplumda travma yarattı demişti. Doğrudur, her devrim bir travma yaratır. Devrim demek normal bir akışın yerine bir müdahaleyle mevcut düzenin değiştirilmesidir. Değiştirildiği zaman ister istemez o değişimden yana kendilerini mutlu hissederler, değişime karşı olanlar ise kendilerini mutsuz, kaybetmiş olarak hissederler. Bunun içinde bu mümkündür doğrudur. Atatürk'ün ömrü uzun yıllar vefa etmedi. Acaba O uzun yıllar kalsaydı nasıl olacaktı. Bence Atatürk'ün vizyonu o problemleri, yaşanan devrimin oluşturduğu bir takım şeyleri daha kolaylıkla iyi bir geçişle halledecek kapasitedeydi. Fakat ondan sonra gelenler, bazıları kraldan çok kralcılık yaparak o travmaları daha çok yaşanmış hale getirdiler ve yaşanan travmaların, kaybın yasının da tutulamamasına yol açtılar. Dikkat ederseniz, o travmayı yaşayanlar, ister muhafazakar kesimden olsun ister farklı etnik gruplardan olsun ki Kürt etnisitesi bunun önünde geliyor, bunlar kendilerini hep mağdur ve mazlum olan konumda göstermektedirler ve de Türk etnisitesini de mağdur eden ve mazlum eden bir konuma getirmektedirler. Bir yerde mağdurluk psikolojisi burada önemli bir rol oynamaktadır. Biz dünyanın başka yerlerine de baktığımız zaman bu mağdurluk psikolojisinin önemli derecede toplumları etkilediğini biliyoruz. Mesela İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilerin Hitler tarafında soykırıma tabi tutulması bütün dünya tarafından Yahudilere empati ve sempati oluşmasına ve onların yanında Dünya kamuoyunun yer almasına yol açmıştır. Zaten bu olaydan sonradır ki soykırım kavramı ortaya çıkmıştır. Mesela Ermenilerin tehciriyle ilgili olarak soykırım kavramı kullanılmazken Yahudi soykırımından sonra bu olay sözelleştirilmiş ve kavramlaştırılmıştır. Soykırım denen kavram bile ondan sonra ortaya konmuştur. Ondan önce soykırım diye bir kavram yoktur. Tekrar biz kendimize dönecek olursak, dedik ki biz hep zaferlerimizle öğünüyoruz ve travmaları biz kendimize pek kondurmuyoruz, imparatorluğu kaybetmişiz ama hiçbir şey kaybetmemişiz gibi, biz Atatürk'ün devrimlerinin peşinden gidiyoruz. Hızla her şey değişiyor, harfler, kıyafetler değişiyor bu kadar büyük bir değişim, insanlar çok mutlu, onuncu yıl marşını hatırlayın, onuncu yılda herkes büyük bir neşe içinde. Hâlbuki biz çok şeyler kaybetmişiz. Bugün dönüp baktığımızda bunu anlayabiliyoruz. Ben 1989 yılında Sovyetler Birliği yıkılmaya başlayınca ve Sovyetler yıkılınca ve Türk devletleri ortaya çıkınca bir yazı yazmıştım. Birden bire çok büyük mutluluk hissetmiştik. Sanki Türk devletleri ortaya çıkınca, ayı anne babadan olma fakat ayrı ailelerde yetişmiş iki çocuğun tekrar birbirine kavuşması gibi bir his ortaya çıktı. Ama biz onu da iyi kullanamadık. Biraz çok fazla mı ağabeylik yaptık, biraz çok fazla mı babalık yaptık? Yine kendimizi bir şey zannettik. Halbuki oralarda da müthiş altyapılar var, okumuşluk düzeyi, eğitim ve kültür düzeyinin yüksekliği gibi ancak onları da hesap etmedik ve kardeşlerimizi kaybettik, küstürdük. Neden acaba Atatürk'ün devrimleri yapmasında başarmasında rol oynayan psikolojik faktörler var mı diye düşündüğümüz zaman, ben yine bunun zaferlere dayalı kimliğimizin önemli bir payı olduğu kanısındayım. Acıların bile biz kendimize göre iyi taraflarını bulup çevirebildiğimiz gibi, imparatorluğu kaybetmemize, topraklar kaybetmemize, şehitler vermemize rağmen, Anadolu nüfusunun büyük çoğunluğunu kaybetmemize rağmen biz yine de keyif içerisindeyiz. Biz yine burada da kendi travmalarımızı çok yaşayamamışız. Kendi travmalarımızı Sovyetler yıkılınca hissettik, bizim de bir imparatorluğumuz vardı.

Toplumların kimlik özelliklerinde, onların davranışlarını ve başka toplumlarla ilişkilerini belirleyen önemli bir faktördür. Bizim narsist diyebileceğimiz gururlu yapımızın bizim başka toplumlarla olan ilişkilerimizi önemli derecede etkilediği kanısındayım. Bu bizim diplomasimizi de etkilemektedir. Uluslar arası ilişkilerde halen kendimizi bir imparatorluk gibi görüyoruz. Aç tavuk kendini darı ambarında görür misali, bir taraftan kendi içimizde işsizlik oranı yüksek, fakirlik oranları yüksek insanlarımız temel gıda maddelerine muhtaç ancak diğer taraftan dünyanın birçok yerine yardım götürüyoruz. Halen kendimizi imparatorluk gibi görüyoruz.

Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte kendilerini mağdur olarak görenler var, zafere ulaşmış olanlar var. Cumhuriyetten bu noktaya nasıl geldik? Bir yanda Kürt kardeşlerimizle birlikte kurduğumuz bir cumhuriyet var, birlikte Çanakkale'de olsun başka cephelerde olsun savaşmışız ve cumhuriyeti kurmuşuz. Diğer yandan çoğumuz, %99'umuz Müslüman'ız, din birliği de var. Dil olarak farklı olanlarımız var. Ama cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte yaşanan bazı mağdurluklar, gerek kökten dinci kesimde gerek etnik milliyetçi, Kürt milliyetçiliği kesiminde, kendilerine göre bu konuda onların mağdur edildikleri, ihmal edildikleri hatta istismar edildikleri duygusu ve bu konuda çok travmatize olduklarını ifade ediyorlar.

Psikolojide bir şeyin hissedilmesi demek gerçeklerden bazen daha da önemlidir. Mesela bizde somatizasyon bozukluğu diye bir hastalık var. Hastalar müthiş şiddetli bir ağrıdan şikâyet ederler. Bu ağrıyı açıklayacak hiçbir şey bulamazsınız. Ama hasta gerçekten ağrıyı yaşar. Psikolojik olarak algılanan şey gerçekte olmazsa bile o insanın gerçeği oluyor. Bunun içinde psikolojik gerçekler, diğer herkesin yaşadığı gerçeklerin dışında oluyor. Harf Devrimiyle birlikte, siz Arapça harflerle okuyup yazıyorsanız, devrimle birlikte harfler değişiyor ve siz Latin harfleriyle okuyup yazmak zorunda kalıyorsanız bu bir travma yaratabilir.

Bizim dönemimizde çok boykotlar oldu sene 67-68, 71 Mart muhtırası öncesi, sınıfımızda sadece beş-on kişi önderlik yaparken diğerleri bu gruba uymak zorunda kalıyordu. Sağcısı da solcusu da beş on kişi toplanıp bütün okulu boykota sürükleyebiliyordu. Burada sayı önemli değil, burada bir fikri ileri sürüp bu fikri ısrarla devam ettiren azınlık grup önemli. Buradan hareketle öyle bir grup kendini mağdur olarak görebilir. Bu yüzden kini kesimler, tekkeler, zaviyeler gibi bir takım dini yerlerin kapanmasıyla birlikte kendi açılarından travma yaşamışlardır. Dil konusunda da yasaklamalar o dili kullanan kişiler arasında travma yaratabilir. Şimdi ne oluyor? Bir taraftan geçmişimizle, Osmanlı kimliğimizle hesaplaşırken Türkiye Cumhuriyeti'nin nereden ortaya çıktığını unutuyoruz. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı'nın küllerinden doğdu. Geçmiş kimliğimizle yeni Türkiye Cumhuriyeti kimliğimizin bütünlüğünü kurmak zorundayız. Bir çocuk doğduğunda dört yaşına kadar temel kimliğini oluşturuyor. Ergenlik çağının sonunda esas kimlik tamamlanmış oluyor. Bizim Osmanlıdan gelen kimliğimizi de çocuğun yedi yaşına kadar olan kimliğine benzetebiliriz. Yedi yaşından sonrasında ise bir takım değişiklikler olmakla birlikte esas kimliğimiz halen korunmaktadır. Şuanda ergenlik çağının ortasındayız ve Osmanlı kimliği ile yeni Türkiye Cumhuriyeti kimliğinin sentezi aşamasındayız. Bu entegrasyonu oluşturma aşamasında ister istemez bir takım sancılar yaşıyoruz. Ergenlik döneminde hepimiz o sancılardan geçtik. Bir taraftan özgür olmak, bağımsız olmak, aileden kopmak istenirken diğer taraftan aileye muhtaç olmak. Ergenlik döneminde ergene verilen ilk tepki olumsuzsa o zaman sorun yaşarsınız. Aynı şey toplumlar için de geçerlidir. İlk verilen tepkiler olumsuz olduğu zaman o tepkiyi oluşturan kişiler veya kitlelerin istekleri daha kalıcı ve kemikleşmiş hale geliyor. Bu çok önemli bir noktadır. Bunun için yöneticilerin bu noktalara çok dikkat etmesi lazımdır. Toplumda idare edilmesi gereken bir çocuk, bir ergen gibidir. Yöneticiler toplumun ebeveyni, babaları gibidir. Yöneticilerin de anne-babalar gibi adaletli, şefkatli, yerine göre sınırlayan yerine göre yol açan bir yapıda olmaları gerekir. Ben liseyi Diyarbakır'da okudum. Bizim zamanımızda Kürt-Türk diye bir yarım yoktu ve gerçekten bilmiyorduk. Şehir merkezi Türkmenler'den oluşuyordu. 1950'lerden sonra göç hareketleriyle demografik yapı değişmeye başladı. Diyarbakır'a yavaş yavaş Kürtler gelmeye başladıkça Yenişehir diye bir yer oluştu ve eski şehir merkezi boşaldı. Artık yeni bir Diyarbakır oluştu. Orada insanlar kendilerini mağdur edilmiş olarak görüyorlar ve bu sadece devletle ilgili bir şey de değil. Oranın yapısını da çok iyi biliyorum. Feodal yapı çok önemli. Şener Şen'in Züğürt Ağa filmini hatırlarsanız, orda öncelik sıralaması Allah, Peygamber ve Ağa şeklindedir. Giderek bu yapı değişmesine rağmen halen etkili olduğunu söyleyebiliriz. Aşiretler üzerinde bu durumun büyük bir etkisi var. Oradaki bu yapı içinde Aşiret Reisinin, ağanın hiçbir zaman oradaki insanların eğitilmesi gibi bir derdi yoktur. Hatta eğitilmezse daha iyi olur anlayışı hakimdir. Devletimiz de maalesef halkla değil hep bu liderlerle iletişim halindedir. Devlet oradaki ağalarla iletişime geçip halkla iletişime geçmediği için, halk devletle sıcak bir ilişki içerisine giremedi. Halkın istediği bir takım şeyleri Ağa devlet yapmıyor diye engelleyebilmektedir. Yol yapılmasını, okul yapılmasını engelleyen ağa, bu durumu devletin yapmadığı gerekçesini öne sürerek halka aktarmaktadır. İkinci bir nokta ise 85 yıllık cumhuriyet tarihimizde oradaki vatandaşlarımıza Türkçeyi öğretemediysek bunun kabahatini başka yerde aramaya gerek yoktur. Oranın yapısı muhafazakâr, mutaassıp insanlardan oluştuğu için kızlarını karma eğitimin yapıldığı okullara göndermiyorlar. Ancak dil anneden öğrenildiği için Türkçe bilmeyen annelerin yetiştirdiği çocuklar da Türkçe bilmiyor. Bence orada kız-erkek ayrı eğitimin yapılmasıydı. Kızlara bayan öğretmen, erkeklere erkek öğretmen gönderilmeliydi. Devletin bunları da düşünüp tedbir alması gerekirdi. Amerikalılar CIA'da olsun FBI'da olsun binlerce antropolog çalıştırıyorlar. Buradaki amaç toplumların kültürlerinin iyi araştırılarak onlara göre politika geliştirilmesidir. Bizde bu yönde bir uygulama yok. Toplumun değerlerini araştırıp, bu yönde politika geliştirecek bir birimimiz yok.

Bir başka nokta doğuda yaşanan çok çocuk hadisesidir. Çocuklarının isimlerini bilmeyen aileler var. Çok çocuklu ailelerde çocuğun aldığı sevgi o kadar azalıyor. Sevgi de bir pastanın paylaşılmasına benzer. Pastaya talip olanlar arttıkça sevgi oranı da azalır. Yeteri kadar sevgi alamayan çocuklarla bazı travmalar oluşur. Aile içi şiddete maruz kalmış, dövülmüş kişiler, şahsi travmaları onlara yaşatan ailelerine dönmek yerine devlete aktarılırlar. Devlete o kabahati yüklemek onlar açısından daha kolaydır. Anne-babaya karşı davranışlar gelenekler sebebiyle daha hassas olması nedeniyle ve dini gerekçelerle anne-babaya karşı gelmek hem günahtır hem de gelenek olarak ayıp sayılır. Onun için tepki devlete yönelir. Bir de insanları bu yönde kışkırtmaya hazır iç ve dış güçler varsa o zaman bireyde devlete karşı oluşan antipati daha da kolay ortaya çıkmaktadır.

Eğer bugün, özellikle 1950'den sonra, Cumhuriyetin devrimleri deliniyor, Atatürk'ün devrimleri deliniyor diye ifade edilen şeyler vardır ve bazen bunların içinde olması gerekenler de vardır. Biz bir sentezi oluşturmak zorundayız. Ne Osmanlı bize öğretildiği gibi çök kötü bir yönetimdi ne bütün padişahlar vatan hainiydi ne de Cumhuriyeti kuranlar ve önderlik yapanlar tanrılaşan birer varlıktılar. Her iki yönetimin iyileri de var kötüleri de var. Her ikisini de değerlendirip ona göre bir sentez oluşturmak zorundayız. Bunu yaptığımız zaman esas gerçek toplumsal barışı sağlamış oluruz. Şuanda bunun sancılarını yaşıyoruz. Ve şuanda 1950'den sonra dinle ilgili mağdur olarak görülenlerin mücadelesi gibi, bugün AKP'nin iktidar oluşu da bir rastlantı değildir. Dış etkileri bir kenara bırakırsak, bir parti belli bir zamanda iktidara geliyorsa ve zamanla o parti değişip başka bir parti iktidara geliyorsa bu toplumun yaşam süreçleriyle de bağlantılı, psikolojik boyutu olan bir durumdur. Toplumun psikolojik gelişim süreçleriyle de bağlantılıdır. Bu noktadan hareket ederek açılıma değinecek olursak açılım geçen Mart ayında Cumhurbaşkanı'nın yaptığı açıklamalarla gündeme geldi. Cumhurbaşkanı çok iyi şeyler olacak diyerek açılımın sinyallerini verdi. Bu konuda biz daha önce Ercan Çitlioğlu'yla bir çalışma da yapmıştır. Bu konuda benim bölünme gibi bir korkum yok. Ama her zaman için böyle bir tehdit var. Bu tehdit 1071'den beri var, çünkü Hıristiyan Batı dünyasının amacı bizi Anadolu'dan atmak. Bunu her zaman aklımızın bir köşesinde tutmak zorundayız. Bu güzel topraklarda yaşıyorsak bunun bedelini de ödemek zorundayız. Batı yaşadıkları travmalara bağlı olarak bize karşı her türlü hileyi bölücülüğü yapacaktır. Bu onların işidir, bizim işimiz ise bunların bilincinde olarak ona göre tavırlar koymamız ona göre hareket etmemiz olur. Açılım daha sonra 34 kişinin Türkiye'ye gelişi ile başladı. Tabii ki keşke böyle olmasaydı. Ben de şahsen Kürt kardeşlerimizle bütünlük içinde beraber yaşamayı isterim ve bir karış toprağımızın dahi gözden çıkarılmasını istemem. Anket çalışmalarımızda Kürtlerin de %90 ve üzerinde herhangi bir bölünmeden yana değiller, beraberlikten yanalar. Şöyle düşünüyorlar; ben Bodrum'a pasaportla mı gideyim, İstanbul'a pasaportla mı gideyim? Ben Kuzey Irak'ta ne yapacağım? Orada insan hakları mı var? Türkiye'de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi var ve istediğimizde başvurabiliyoruz. Diye düşünüyorlar. Böyle bir bilinçlenme seviyesi de var. Belli bir etnik bilinçlenme de var. Bu etnik bilinçlenmeyi de yok edebilmemiz mümkün değil. Ben Türk olarak doğmuşsam Türküm bana kimse başka bir kimlik tanımlaması yapamaz buna hakkı da yok. Ana diliniz Türkçe ise size illa şu dili öğren diye bir şey de dayatamazlar. Bu açılımdaki o tavırlar çok yanlış olmuştur. Açılımın zafer kazanılmış edasıyla gelmesi yanlış olmuştur. Amaç nedir, üzüm mü yemek bağcıyı mı dövmek? Amaç üzüm yemekse böyle olmaması lazımdı. Buna hem iktidarın hem de PKK'yı destekleyen partinin müsaade etmemesi lazımdı. Bir taraftan binlerce şehit ve her gün şehitlerin gelmeye devam etmesi diğer taraftan teröristlerin öyle bir edayla gelmiş olmaları affedilecek bir şey değil. Nitekim şuanda açılım kesintiye uğramış durumda. Bunun kesintiye uğraması da doğal. Bu durum birden bire olabilecek bir şey de değil zaten. O kadar yanlış bir üslupla ve o kadar yanlış bir biçimde yapıldı ki açılım, bu iş böyle yapılmaz. Bu işin usulü farklıdır. Bu işin yapılma biçimi farklıdır. Açılım denen şey yıllar alması gereken ve hükümetin tayin edeceği belirli bir grubun önce (ki biz buna unofficial diplomasi-gayri resmi diplomasi diyoruz) karşılıklı olarak bir araya gelerek ve bunların oluşturacağı düşünsel altyapının yavaş yavaş üst kademelere yansıtılması ve üst kademelerin bu konuda birbirlerine yaklaştırılması gereken bir süreçtir. Rusya ve Baltık Cumhuriyetleri birlikten ayrılınca nasıl bir süreç yaşandıysa burada da beraber yaşayabilme sürecini başlatacak bir üslup içinde gelişmesi lazım. Ben bir işin başındaysam ve sizden bir şey istiyorsam sizin yapmanızı istediğim bir şey varsa, sizi aşağılayarak mı sizden bunu isteyeceğim yoksa sizi onurlandırarak, sizinle olumlu ilişkiler içine girerek mi sizden bunu isteyeceğim? Tabi ki ikincisi. Hükümet maalesef tersini yaptı. Bir taraftan demokrasi uzlaşma gibi söylemlerde bulunurken diğer taraftan uzlaşmayla uygun olmayan bir üslup ve dil kullandılar. O zaman insanın içine bir şüphe giriyor. Acaba amaçları gerçekten uzlaşmak mı ve gerçekten bir şeyleri çözmek mi, yoksa ortamı ve ülkeyi daha çok kaotik bir duruma ve daha çok bölünmeye sürükleyebilecek bir anlayış mı? Gördüğümüz kadarıyla uzlaşmadan çok giderek bölünmeye yönelik bir durum söz konusu oldu. Üslupta hep bölmeye yönelik ifadeler var. Ayrıştırıcı unsurlar ön plana geçiriliyor. En büyük tehlike burada ve bu bilinçli yapılıyorsa daha büyük bir tehlike. İnsan şüpheye de düşüyor. Bu kadar insan bu hatayı nasıl bu şekilde bilinçli yapar diye. İnsanın inanası gelmiyor. Mesela dünkü konuşmasında rahmetli İnönü ile ilgili ve CHP ile ilgili söylenen şeyler. Aziz Nesin'in sözlerini kullanıyor. On sene sonra AKP ile ilgili birisi düşman gözüyle bakan bir şiiri kalkıp okursa o zaman ne olacak, bu şiiri okumak bile ayrıştırmaya yönelik harekettir. Başbakan toplumun en yüksek düzeyindeki ebeveyn gibidir ve bu kişinin toparlayıcı, kucaklayıcı olması gerekir. Bir taraftan büyük devlet olmayı planlarken diğer taraftan herkesi kucaklamayan bir anlayış, benim bakanım, benim genelkurmayım diyen bir anlayış var. Bizim değil benim sözcüğünü kullanıyor. Bu kelimeler de çok önemli. Gerçekten çok yanlış ifadeler. Bunların bilerek yapıldığını kabul etmek bile istemiyoruz. Eğer bunlar bilerek yapılıyorsa çok tehlikelidir. Dünkü oylamadan önce yaptığı konuşmalarda da yine aynı şeyleri tekrar etti. Orduyla ilgili söylenen şeyler, bir psikolojik savaş görünümündedir.

Dünyada algı yönetimi diye bir kavram var. Toplumsal algı öyle bir biçimde değiştiriliyor ki şuanda orduyla PKK neredeyse aynı şey. Böyle bir izlenim yaratılmaya çalışılıyor. Toplumsal algı bu yönde. Bizim ordumuza olan güven son yıllara kadar yüzde 85-90 civarındaydı. Ordumuz peygamber ordusu olarak görülüyordu. Yavaş yavaş öyle bir algı oluşturuluyor ki medya gücüyle bu algı yaygınlaşıyor bu da çok büyük bir tehlike. Ayrıştırıcılığın bir parçası da budur. Türkiye gibi stratejik önemi olan bir ülke ve özellikle bütün Hıristiyan batı dünyasının gözünün olduğu, bizim burada olmamamız gerektiğini düşünen diğer ülkelerin oldu bir ortamda güçlü ordusu olmayan bir devlet yaşayabilir mi? Ben bunun mümkün olacağını zannetmiyorum. Bu da acaba devleti yıpratıp bölünmenin eşiğine getirmenin bir stratejisi mi? Psikolojik olarak bir ülkede zemin hazırlandığı zaman, ordunun da gücü kalmayınca savaşacak güç de, savunacak güç de kalmaz. Bu yüzden Kürt açılımı dendiği zaman asıl olması gereken etnik bir grubu öne çıkarmadan herkese aynı oranda demokrasi herkese aynı oranda eşitlik herkese aynı oranda adalet sağlanması lazımdır. Bunun Kürt-Türk gibi bir ayrımı olamaz. Bunun adının Kürt açılımı olarak koyulması bile başlı başına bir yanlıştır. Bunun bir etnisiteye bağlanması bile yanlıştır. Başından beri yanlış yapılmaktadır ve başından beri yanlış yapılan şeyde doğruluk aranmaz. Ve başından beri yapılan yanlışlar bir rastlantı mıdır yoksa bilinçli bir şekil de mi yapılmaktadır. Anayasa değişikliğinde de bir uzlaşma olmadan hareket edilmektedir. Cumhurbaşkanının seçimiyle de ilgili yanlış yapılmıştır. Cumhurbaşkanının bizim kültürümüzde partiler üstü, herkesin saygı duyacağı bir konumu vardır. Herkesin adını duyduğu zaman önünü ilikleyeceği, saygı duyacağı bir konumu vardır. Cumhurbaşkanının rolü önemlidir. Toplumun tamamını kucaklayan –en azından his olarak - bir cumhurbaşkanını da görülmüyor. Senin cumhurbaşkanın benim cumhurbaşkanım tartışması yaşanıyor. Bu durumda toplumsal birlik ve beraberlik olmuyor. Bu durumda iktidarın misyonunun ne olduğu sorusu karşımıza çıkıyor. Gidişat bu noktada çok iyi görünmüyor. Ayrımcılık yapılırken demokrasi, eşitlik, adalet gibi sözler afakî kalıyor. Bu nedenle Kürt açılımı adı bile çok negatif bir olaydır. Keşke aklı başında bütün toplumu içeren açılım olabilse. Bir etnisiteye bağlı olmayan bir açılıma hepimizin ihtiyacı var. Herkes anayasanın değişmesinden yana ancak bu şekilde değil. Burada kullanılan üslup da yanlış, neresinden bakılırsa bakılsın sağlam bir yapı ortaya çıkmıyor.

SORU-CEVAP

Bilge Gülşen

İnsan doğasının dinamikleri çok önemlidir. İnsan doğasının temel olarak iki tane dinamiği vardır. Sizin söylediğiniz şeylerle alakalı. Birincisi haz verici mekanizması. Biz kendimizi beğendiğimiz zaman haz duyarız, başkası bizi beğendiği zaman haz duyarız. Bir de acı mekanizması var. Kendimizi küçük görüyorsak acı duyarız, başkaları bizi küçük görüyorsa acı duyarız. Sizin söylediğiniz travmalar ve yaslarla ilgili. Mekanizma travma ve yaslar üzerine kurulu olunca biraz eksik kalıyor bence. Çünkü insan zihninin işleyişi öyledir ki, sürekli olarak fikirler başka türlü tecrübelerle ilişkilendirilir. Sizin yaşamadığınız tecrübeler adeta size mal edilebilir. Sizin mağduriyet dediğiniz şeylerden ibaret, insanların kendisini küçük, değersiz görmesiyle alakalı. İnsanlar kendilerini nasıl olur da olduklarından daha değersiz ya da küçük görürler. Eğer insanlar kendilerini olduklarından daha değersiz ya da küçük görüyorlarsa tabi ki kendilerinden daha üstün gördükleri birileri var. Bunların o durumlarından onlar sorumlu. Cumhuriyetin altmış yetmiş yıllık sürecine baktığımız zaman bazı gruplara bilerek ve isteyerek küçüklük duygusunun enjekte edildiğini görüyoruz. Taraf Gazetesinde Ahmet Altan'ın bir yazısında (Ahmet Altan bir romancı ve insan doğasının mekanizmasının nasıl işlediğini çok iyi biliyor.) daha doğrusu yazılarında sürekli olarak bir karşıtlık var: Türkler ve Kürtler. Kürtlere sürekli dayattığı gerçeklik onların aslında bir Kürt olarak ezildikleri ve bunun gibi yazarların yazılarını okuyan bir Kürt olsaydım mutlaka dağa çıkmak isterdim. Yazdıkları makalelerinde Kürtler sürekli aşağılık ve Türkleri de sürekli olarak ezenler olarak gösteriliyor. Bu bilinç sürekli olarak işleniyorsa bu insanların kendilerini algılayışları ister istemez başka türlü yansıyacaktır. Kürt olmaktan acı duyacaktır, Kürt olmaktan kendisine acı duyduranı da devlet olarak görecektir. Türkiye'de solun yaptığı çok büyük bir günah vardır. Tabanı Batı Avrupa'da olduğu gibi bir tabana dayanmadığı için kendisine iki taban seçmiştir: Aleviler ve Kürtler. M. Ali Aybar; Biz çeşitli hareketlere girişiyoruz, eğer bizim herhangi bir eyleme girişecek, afiş asacak elemana ihtiyacımız varsa kim yapacak bunu dediğimizde iki üç kişi çıkardı. Bu iki üç kişi mutlaka ya Alevi olurdu, ya da Kürt olurdu. Sizin yaklaşımınızı doğru bulmakla birlikte, mekanizma sadece travma ve yas üzerine kurulu değildir. Diğer duygusal etkenler de söz konusu. Şimdi yazılı basında bu insanlara inanılmaz derecede siz mağdur edildiniz ve sizi mağdur edenler bunlar şeklinde bir yönlendirme var. Mesela Ahmet Altan'ın yazılarını veya solda yazı yazan bazı yazarların yazıları incelenirse ortaya çok feci sonuçlar çıkar. Sistematik olarak aşağılanma duygusunun verildiği bir toplum ister istemez bu durumdan etkilenecektir. Eşitlik durumunu yakalayıncaya kadar da bu mücadelenden vazgeçmeyeceklerdir.

Abdülkadir ÇEVİK

Söylediğiniz şey çok önemli. Ben burada çok özet anlattım. Çocukluk döneminde anne-baba ile o çocuğun ilişkilerinde ne kadar çok ihmal ve istismar varsa bu ilerde o kişilerin çocukluk döneminde yaşadıklarını toplumun travmaları olarak gösterilmelerine neden olmaktadır. Travmalar, ezilmişlik, horlanmışlık gibi şeyler insanlarda olduğu gibi toplumlarda da önemli bir yer tutar. Mesela hiçbir zaman bir devlet sahibi olamamışlık da bir travma sebebi olabilir.

Ali ASKER

Siyasi psikolojinin yanında dinsel psikoloji ve bir de etnik psikoloji de var. Ermenilerle ilgili, Kürtlerle ilgili vs. Etnisite ve Psikolojiye nasıl bakıyorsunuz? Her bir etnik unsurun kendine has bir psikolojik boyutu vardır görüşüne katılıyor musunuz?

Abdülkadir ÇEVİK

Elbette tabiî ki. Bir de aidiyet psikolojisi var. Bir şeye ait olma psikolojisi. Etniklikte şöyle bir şey vardır. Bazen iki etnisiteye ait olabilirsiniz. Anneniz Kürt babanız Türk gibi. Böyle kişilerde farklı durumlar ortaya çıkabiliyor. Abdullah Öcalan'da olduğu gibi. Böyle ikili etnisiteye sahip olanlar bir tarafla özdeşim yapıp onu baskın hale getirirken onu aşırı yüceleştiriyorlar diğer taraflarını da aşırı bir şekilde aşağılıyorlar. Etnik kimlik ırkla ilgili değildir kişinin hissettiği kimliğidir. Mesela Karakeçili aşireti bir Türkmen aşiretidir. Nacak bunun Anadolu'da olan kolu - Siverek'teki – kendilerini Kürt olarak tanımlıyorlar.

Nuriye ATABEY

1992'da Başbakanlık'ta başlamış olduğunuz çalışma niçin kesintiye uğradı? Eğer bu süreçte sizin yapmış olduğunuz çalışma devam etmiş olsaydı açılım süreci farklı bir noktaya gidecekti. Bu konu hakkında düşünceleriniz nedir? Aytunç Altındal, Devlet ve Kimlik adlı kitabında Türkiye'yi Doğulu devlet baba ile Batılı Cumhuriyet annenin evlenmesine benzetiyor. Bu evliliğin zor bir evlilik olduğunu ve seksen yıldır bir takım problemlerle sürdürüldüğünü ancak bu problemlerin aşılacağını ifade ediyor. Sizin vermiş olduğunuz ergen örneğiyle de uyuşan bir sentez.

Abdülkadir ÇEVİK

1992'de bu işe başlayınca 1993'de bir toplantı yapmaya karar verdik. Bu toplantıda parlamentoda üyesi olan her partiden bir temsilci, üniversitelerden bazı hocalar, istihbarat temsilcisi, emniyet temsilcisi genelkurmay temsilcilerinden oluşan 50 kişilik bir grup oluştu. Türkiye'den ben, Birsel hanım bir de Vamık Hoca ve Norman Iskovinsky geldi (Osmanlı-Atatürk kitabının yazarı), Joseph Monfil adlı diplomat birisi daha geldi. Üç günlük kapalı bir çalışma toplantısı yaptık. DYP'den Orhan Kilercioğlu vardı. Basına kapalı bir toplantıydı. Çünkü böyle şeyler basının önünde yapılmaz. Basının önünde yapıldığı zaman herkes kendi seçmenine mesaj verme kaygısına düşer. Kürt aydınlarından da Tarık Ziya Ekinci, Mehmet Ali Aslan, Şerafettin Elçi çağrılmıştı. HADEP'ten de Sedat Yurttaş gelmişti. BBP'den Recep Kiriş gelmişti. Öğle arası toplantıya ara verildiğinde Orhan Kilercioğlu basın açıklaması yaparak Türkiye'nin sırlarının Amerikalılara verildiğini açıkladı. Ancak biz yine de toplantıya devam ettik. Güzel bir toplantı olmuştu ancak sonunda soruşturma açıldı ve hakim karşısına çıkmak zorunda kaldık. Mardinli profesör PKK'cı mı diye adımız çıktı ve zor durumda kaldık. Ancak sonunda gerçek anlaşıldı ve yargılanmaktan kurtuldu. Devlet görevi yapmamıza rağmen bu duruma düştük. Daha sonra hükümetler değişince de bizim görevimize son verildi.

VALİ

Bu hükümetin açılım politikaları konusunda iyi niyetli davrandığını düşünmüyorum. Hükümet iktidara geldikten sonra ilk olarak idari yapılanmada reform çalışmalarını başlattı. Özel İdare Kanunu, Belediye Kanunu, Kalkınma Ajansı Bölgeler Kanunu ve buna benzer bir takım kanunlar çıkarttı. Bu kanunları incelediğiniz zaman şunu görürsünüz; bu kanunlar Türkiye'de federal bir yapının hukuki altyapısını oluşturmaktadır. Hukuki altyapıyı oluşturduktan sonra bunun fiiliyata geçmesi mutlaka böyle bir Kürt açılımı veya Ermeni açılımı gibi açılım gerekliydi. Hükümet oyunu kurallarına göre oynuyor.

Açılım aslında Erdoğan ile değil Turgut Özal ile başladı. Bir diğer husus ise Kürtler'in Çanakkale Savaşı'nda, Kurtuluş Savaşı'nda Türklerle birlikte mücadele ettiği görüşüne katılmıyorum. Bu vatanı birlikte kurtardık ancak mağdur edildik görüşüne katılmıyorum. Mağduriyet başkalarının empoze ettiği bir kavramdan başka bir şey değildir.

ADINI BELİRTMEYEN KATILIMCI

Bizim milli birliğimizi bütünlüğümüzü sağlamamız önce bir millet olmamızdan geçmektedir. Birinci bölümde yaptığınız analizler için teşekkür ederim çok faydalı oldu. Türkiye'de her şey siyah beyaz zıt kutuplar olarak algılanıyor. Türk Ordusunu bu milletin tamamı peygamber ocağı olarak görür. Ama bu ordunun altmış ihtilalını yapmasını millete sorarsanız ortaya farklı bir sonuç çıkar. Hakeza 1971 Muhtırası, 1980 İhtilalı için de aynı şeyler geçerlidir. Bu Türk milletinin ordusuna sahip çıkmadığı anlamını taşımaz. Osmanlı'dan cumhuriyete geçerken yaşanan travmaları daha makul ve mantıklı sebeplerle açıklamazsak ve bunu niye yaptığımızın gereklerini açıklamak yerine birilerini cumhuriyet düşmanı ordu düşmanı olarak ilan edersek bunun neticesinde bir orta yol bulmamız mümkün değildir. Bizim milli kültürümüze, geleneklerimize örf ve adetlerimize sahip çıkanlara gerici diye saldırırsak bu milletle barışmak mümkün olmaz. Bu milletin değerlerini taşımayan, bu milletin değerlerine saygı göstermeyen hiç kimseyi siyasette bu millet bir yerlere taşımaz. Bu değerler dönüştürülürse belki bir şeyler olabilir ancak umarım bu değerler dönüştürülmez ve Türk'ü Türk yapan değerler sonsuza kadar yaşar.

Abdülkadir ÇEVİK

Psikolojide gri oluşturmak diye bir kavram var. Sağlıklı bir insan; kendi içindeki olumlu ve olumsuz yanlarını ve dış dünyanın olumlu ve olumsuz yanlarını bir araya getirip, hem kendisine ait siyah ve beyazı hem dış dünyadaki siyah ve beyazı bir araya getirip gri oluşturabilen insandır. Toplumlarda griyi oluşturmada liderleri rolü çok önemlidir. Liderin kendisi kendi içinde gri oluşturamamışsa kendi içinde siyah ve beyazsa, söylemleriyle ve tavırlarıyla o toplum giderek daha çok siyah ve beyazlaşır, gri olmaz.

Hakan KUŞÇU

Hükmü şahsiyetler tüzel kişilikler ve şahsi kişilikler olarak ikiye ayrılır. Şirketler de devletler gibi tüzel kişiliklerdir. Siz bir şirket kuruyorsunuz, şirket kurarken de size bu konuda destek verecek bir takım çalışanları etrafınıza topluyorsunuz. Çalışma karşılığında onlara bazı haklar veriyorsunuz (ücret, sigorta vs.). şirket zamanla büyüyor ve siz artık iyi gelir kazanmaya başlayıp Mercedes'e biniyorsunuz. İşçi bu noktada aldı ücretin azlığından şikayet ederek patronun Mercedes'e binmesine itiraz ediyor ve o Mercedes'te kendi hakkının da olduğunu ileri sürüyor. Bu kabul edilebilecek bir durum değildir. Devletler de şirketler gibi birer tüzel kişiliktir. Türkler Osmanlı İmparatorluğu'nu kurmuşlar ve kurarken de bazen zorla bazen gönüllü olarak bu imparatorluğu mevcut hale getirmişler. Bazı unsurlardan faydalanmışlar ancak faydalanırken bu unsurlara bazı şeyler sağlamışlar: güvenlik, adalet gibi. İmparatorluk şemsiyesinin içerisine Türkleri, Kürtleri, Boşnakları, Arapları, Ermenileri vs. dâhil etmişler. Bu şemsiyeden herkes faydalanmış ancak bu şemsiyenin ana sahibi olarak Türkler bu imkânlardan daha fazla faydalanmışlar. Patronun Mercedes'e binmesinden rahatsı olan işçi gibi bir takım unsurlar zamanla daha fazla hak isteyip şemsiyenin parçalanmasına yol açmamalılar.

Zafer YILDIZ

Açılımın benim gördüğüm sonucu Türkiye Cumhuriyeti devletinin değerlerine zarar vermesidir. Hiçbir şey yapmadan yerimizde durmak yenilgiye giden bir antlaşmaya imza atmak gibidir. Mutlaka bir şeyler yapılması gerekiyor. Devletin vatandaşıyla her ne kimlikten olursa olsun duygusal bir bağ kurulmalıdır. Sorum şu; Siz Türkiye Cumhuriyeti devletinin vatandaşlarıyla duygusal bir bağ kurabildiğine inanıyor musunuz?

Abdülkadir ÇEVİK

Aidiyet psikolojisi dediğimiz olay budur. Güneydoğu'da araştırma yaparken bir köye gittiğimizde, köylüler bizi görüp kaçtılar. Jandarma veya devletin bazı güçleri geliyor diye kaçtılar. Daha sonra biz doktoruz buraya muayene amaçlı geldik dediğimiz zaman ortaya çıkmaya başladılar (Sene 1971-72). Henüz terör filan yok, teröristler Apocular filan yok. Bir çocuğun ebeveynine olan saygısı güveni ebeveyninin onda yarattığı güvenlik hissiyle alakalıdır. Güvenlik hissiyle birlikte çocuk kendini o aileye, o sülaleye ait hissetmeye başlar. Bu aidiyet duygusu aile ile başlar daha sonra yakın akraba çevresiyle genişler, sülale, köy, mahalle, kasaba, şehir, bölge ve bütün ülke olarak sıralanır. O bölgede devlete olan aidiyet duygusuna yönelik ciddi bir zafiyet vardır. Bunun nedeni de zamanında devlet görevlilerinin vatandaşla iyi bir iletişim içerisine girmemiş olmasıdır. Halk devletle bir aidiyet duygusu geliştiremediyse ona yönelik her zaman için düşmanca faaliyetler içerisine girebilir. Bir diğer nokta da kaybedecek bir değeri olmayan, sahiplenecek bir varlığı olmayan insanlar her şey yapabilir. Cumhuriyet kurulduğundan bugüne bir toprak reformunu gerçekleştiremedik. 1974'te bir müsteşarlık kuruldu ancak o da hiçbir şey yapamadı. Ağa tarafından ezilen, devletin güçleri tarafından ezilen, hor görülen ve tolumda aşağılanan insanlar ortaya çıktı.

İsmet METİN

Ben Kayı Boyundan Karakeçili Aşiretindenim (Siverek Karakeçilileri). Bunu ben lise çağlarımda öğrendim, Kürt olmadığımı o yıllarda öğrendim. Şimdi soruyorum Kürt olsaydım ne değişirdi? Biz öncelikle Türk'ü saraydan kovmuşuz. Osmanlının yıkıldığı dönemde etrak-i bi idrak denilmiş. Osmanlı döneminde saraya iki şey girmez denirmiş: köpekler ve Türkler. Osman Gazi devleti kurarken Şeyh Edebali'nin nasihatleriyle başlamış ama Osmanlı ne zaman Bizans ile temasa geçmiş üç tane Türk vezir hayatından olmuş. Devlet imparatorluk olunca ister istemez anonimleşmiş. İmparatorluk yapısı içerisinde Türkler yavaş yavaş azınlık hale gelmişler.

Bize II. Abdülhamit'i Kızıl Sultan diye öğrettiler. Ancak daha sonra öğrendiklerime göre Abdülhamit bir numaralı Türkçüdür. Bağdat demiryolu yapılacağı zaman Abdülhamit beş şart ileri sürmüştür; ağaçlar Anadolu'dan temin edilecek, mühendisler Türk olacak, raylar Türkiye'de üretilecek, ordudan yirmi bin asker demiryolu yapımında çalıştırılacak gibi. Şartlar elvermediği için bu şartlar uygulanamıyor. Biz Osmanlı'yı imparatorluk anlayışıyla yönetmişiz. Ama gelinen noktada İttihat ve Terakki'yle, Türk Ocakları'yla birlikte Türklüğümüzü öğrenmiş ve İmparatorluğun diğer unsurlarından sonra, en son olarak milliyetçilik akımına bizler sahip çıkmışız.

Atatürk'ün ölümüyle birlikte biz tekrar devlet yönetmeyi unuttuk. Çünkü oy kaygısıyla yanlışlar yaparak devleti yönettik. Biz Türkiye'de yaşayan tüm etnik grupları zaman zaman travmaya sokmuşuz. Türküyle Kürdü ile Laz, Çerkez herkes bu ülkede zaman zaman mağdur olmuştur. Ben hükümetin Kürt açılımına baştan itibaren hiç inanmadım. Bunun bilinçli olarak Türkiye'de bir çözüm üretmek değil çözümsüzlük yoluyla ülkenin bölünmesine yol açacak bir adım olarak görüyorum. Kürtçülük sorunu hiçbir zaman çözülemez. PKK sorunu çözülür. Sorunun çözümü için uzman kişilerin elbirliği ve devletin desteğiyle hareket edilmelidir.

Abdülkadir ÇEVİK

Bir başka nokta ise yaşanan her şeyin Türkiye Cumhuriyeti yöneticileriyle alakalı olmamasıdır. Bu işin bir de uluslar arası boyutu var. Terörün yüzde yüz bitmesi mümkün değildir ancak tolere edilebilecek bir seviyeye indirilmesi gerekir. Terör sorunu ile Kürt sorunu da bir değildir. Yapacağımız en büyük hata bu ikisini bir tutmaktır. Kürt sorununun çözümü de çok kolay değildir. Çünkü uluslar arası projenin bir parçasıysa o zaman Kürt sorununun çözümünde çok farklı şeyler rol oynuyor demektir. Fransız Devriminden sonra milli devletler, Sovyetlerin dağılmasından sonra ise etnik devletler kuruldu. Her millet bir devlet sahibi olurken Kürtler hala devlet sahibi olamadı ve Kürtlere bir devlet kuracaklar. Zaten Irak'ın kuzeyinde bir oluşum var ve bu oluşumun Dünya'ya kabul ettirilmesi düşünülüyor. Peki, Irak'ın kuzeyinde kurulacak Kürt devletiyle ve kendi Kürt vatandaşlarımızla barış içinde yaşayacaksak, onlarla beraber mi olacağız, onlara yardımcı olup onları tanıyacak mıyız, yani ilişkilerimizi dostane bir şekilde mi yürüteceğiz yoksa hep karşı çıkıp bizdeki Kürtleri de karşımıza mı alacağız. Uzun vadeli düşünecek olursak Irak'ın kuzeyinde kurulacak olan Kürt devletine bu kadar karşı olmamamız gerekiyor diye düşünüyorum.

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...

Error: No articles to display