Taksim Gezi Parkı Olayları ve Yeni Rejim Kodları

Yazan  04 Haziran 2013

Demokrasi nedir?

Son bir haftadır Taksim Gezi Parkı’nda yaşanan olayları anlamlandırabilmek için bu yazıya bir soruyla ya da sorularla başlamak gerekiyor: “Demokrasi” nedir? Ya da bir siyasal yönetim ne derecede az ya da çok “demokratik”tir? Bir siyasal sistem hangi özelliğe/özelliklere göre “demokratik”tir?

Bu sorulara tatmin edici yanıtlar vermek şüphesiz iç içe geçmiş pek çok kavramı/olguyu gözden kaçırmamayı gerektirir. Çok kullanılan bir genellemeyle “demokrasi” yalnızca “çoğunluk yönetimi” ve/veya “katılma” değildir. Bu tanımlamalar “eşitlik”, “özgürlük”, “onay”, “uzlaşma”, “yarışma”, “çoğulculuk”, “meşruiyet”, “anayasal yönetim”, “azınlık”, “seçim”, “güçler dengesi”, “sivil toplum”, “basın hürriyeti”, “siyasal iktidarın sınırlandırılması” vb. gibi kavramlara/olgulara vurgu yapmadığı sürece eksik tanımlamalardır. Üstelik bu kavramlar birbirleriyle öylesine ilişki içerisindedirler ki, herhangi bir kavramı/olguyu seçip bunu “demokrasi” için tek ölçüt olarak aldığınızda (örneğin Türkiye’de demokrasinin sadece “çoğunluk yönetimi” olarak algılanması ya da en çok bu yönüne vurgu yapılması) yanlış sonuçlara ulaşmanız mümkündür. Demokrasilerde yönetimin çoğunluğa verilmesi, sayısal üstünlüğe mutlak anlamda değer verildiği anlamına gelmemektedir. Sayısal üstünlüğün her zaman nitelik üstünlüğüne yol açmayacağını gösteren, çoğunluk kararlarının, sırf çoğunluğa ait olduğu için “doğru” ve “haklı” olduğunu söyleyemeyeceğimiz pek çok tarihsel örnek mevcuttur. Burada yönetim hakkının çoğunluğa verilmesinin tek sebebi bu hakkı azınlığa vermekten daha doğru olduğu içindir. Buradaki kritik eşik, çoğunluğun hangi esaslara göre çoğunluğu ve azınlığı yöneteceğidir. Ünlü felsefeci Karl Popper bu soruyu çözerken şu mantığı yürütmektedir: Demokrasinin amacı, “kim yönetmeli?” sorusuna bir cevap getirmekten ibaret değildir. Önemli olan soru şudur: “Siyasal kurumları nasıl örgütleyelim ki, kötü ya da yeteneksiz yöneticilerin çok fazla zarar vermeleri önlenebilsin?” Böyle olunca demokrasi, “yönetme hakkının kimde olduğu”na dair bir sorundan uzaklaşmakta, bunun yerine “siyasal iktidarın denetlenmesi ve sınırlandırılması sorunu”nu ön plana koymaktadır ki bu da bizi “çoğulculuk”[ğ]a ve “anayasal denetim”e götürmektedir. Aksi halde demokrasiyi salt sayısal üstünlüğe dayanan bir halk iradesi, bir çoğunluk iradesi olarak düşündüğümüzde ki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan böyle düşünmektedir[1]‒, Platon’un dile getirdiği gibi “halkın iradesi/çoğunluğun iradesi kendilerinin değil de bir tiranın yönetmesini isterse” şeklindeki bir sorunsal demokrasinin paradoksu olarak karşımıza çıkacaktır. Dolayısıyla demokrasi seçimlerden ibaret bir durum ya da olgu değildir ya da seçim yapmak tek başına demokrasi değildir. Hele ki “sandıklı otoriterlik”[ğ]in tüm dünyada giderek yaygınlaştığı günümüzde[2], seçimler demokrasinin en önemli parçası bile değildir aslında. Yani seçim gereklidir ama “hukuksallık” ve “meşruiyet” adına tek başına yeter şart değildir. Bir yazarın da dikkat çektiği gibi, Türk siyasetçilerinin seçilmiş bir hükümetin her türlü kararı alabileceği ve halkın bu kararlara ancak dört sene sonra sandıkta tepki verebileceği yönündeki yaklaşımları bu nedenle yanlıştır. Partiler içinde lider sultasının, ülke yönetiminde de merkeziyetçi yönetimin hâkim olduğu bir ülkede bu anlayış diktaya davetiye olduğu gibi, “yüzde 10 barajı”, “TBMM’de grubu bulunan partilere hazine yardımı”, “oy manipülasyonları” gibi avantajlar üzerinden Türkiye’de iktidar olan partilere bakıldığında, bu iktidarların “seçilmişliği” teorik olarak her zaman tartışmalıdır.[3]

AKP’nin Demokrasi Anlayışı: “Çoğunlukçuluk” ya da “Demokratik Faşizm”

Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, üst üste aldığı seçim galibiyetleri AKP’yi çoğulcu bir sistem içerisinde, demokratik hukuk devletini özümsemiş, benimsemiş ve uygulayan bir siyasi parti yapmamaktadır. AKP, demokrasiyi iktidara geliş için bir araç olarak kabul etmekte, ancak geldikten sonra bir daha gitmemek için sistemli ve bilinçli bir şekilde anti-demokratik bir baskı rejimi kurmaktadır.[4] Kasım 2002 genel seçimleri sonrasında, genotipinde aslında ideolojik açıdan marjinal bir hareket ve parti olduğu halde, sosyo-ekonomik sistemsel krizler sonucu merkeze yerleşen ve fenotipinde içselleştirmediği bir demokrasi görüngüsüyle siyaset yapan AKP’nin söylem ve eylemlerinin bugün geldiği nokta ve buna bağlı olarak “kuvvetler ayrılığı”nın giderek nispileşmesi Türk siyasal sisteminde çok ciddi bir kırılmaya işaret etmektedir. 14 Mart 2008’de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının AKP hakkında açtığı kapatma davasından başlayarak, Anayasa Mahkemesi’nin “türbana/başörtüsüne” izin veren anayasa değişikliklerini iptal eden kararına, “Ergenekon Davası-Muhalefet-İktidar-Türk Silahlı Kuvvetleri gerilimi”ne, 12 Eylül 2010 anayasa değişikliği referandumuna, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un “terör örgütü kurmak ve yönetmek”le suçlanmasına ve tutuklanmasına, “yargı erki” aracılığıyla 9 Ocak 2012’de ana muhalefet partisi CHP’nin liderinin eleştirel sözlerine karşı başlatılan soruşturmaya ve nihayet Taksim Gezi Parkı’nın bulunduğu alanda başlayacak olan Topçu Kışlası ve AVM inşaatını protesto etmek için İstanbul’da ve Türkiye’nin pek çok yerinde meydanlara çıkan kitlelere karşı AKP Hükümeti’nin ve onun denetimindeki kolluk kuvvetlerinin ölçüsüz ve şiddetli tavrına varan olaylar dizgesi bu kırılmanın fay hatlarını bize vermektedir: Artık Türkiye’de parlamentoda salt çoğunluğun ötesinde bir çoğunluğa sahip olan muhafazakâr ve otoriter siyasal iktidar, “çoğunluk” olarak gördüğü demokrasi adına, ne ortalama bir Batı demokrasisinde var olan anayasal sınırlandırmalarla, ne “kuvvetler ayrılığı” ilkesiyle ne de sivil toplumun denetim unsurlarına karşı kendini bağlı saymak istememektedir. Dolayısıyla AKP iktidarı 2002’den bu yana adım adım çağdaş parlamenter sistemi yozlaştırarak, “çoğunluk diktatörlüğü”ne doğru yani “demokratik faşizm”e doğru gitmektedir.

 

Erdoğan Catonizmi: Dinsel Sofuluk, Anti-Elitizm ve Anti-Entellektüelizm

Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’nin çekirdek kadrosunun Türkiye’nin toplumsal, kültürel ve ideolojik topografyasını dikkate alarak tasarladığı bu “büyük ve mutlak siyasal iktidar yürüyüşü”nde en önemli araç hiç şüphesiz “Catonist siyaset tarzı”dır. Diğer bir deyişle Erdoğan, nihai aşamasını 2023 olarak belirlediği “büyük ve mutlak siyasal iktidar yürüyüşü”nde, aslında oldukça eski bir siyaset tarzı olan “Catonizm”i günümüz koşullarına uyarlayarak, parti ve devlet teşkilatını da bu yolda seferber ederek, “Goebbels-vari propaganda” teknikleri ve planlı bir “algı yönetimi”/“bilinç yapılandırması”na girişerek adeta George Orwell’in “1984” romanını[5] Türkiye için realize etmeye çalışmaktadır.

 

Adını Roma İmparatorluğu döneminde “sansür yüksek memurluğu” yapan Romalı devlet adamı ve karizmatik bir hatip olan Marcus Porcius Caton’dan (M.Ö. 234–149) alan “Catonizm” olgusu, gelenekçi, ahlakçı ve dinsel sofuluğa dayanan muhafazakâr bir dünya görüşünün anti-elitisizm ve anti-entellektüelizmle harmanlanıp, bunun “ilerici reformist bir iktidar projesi” diye –amiyane tabirle– kitlelere yutturulmasına dayanan siyaset anlayışını ifade etmektedir. Bu siyaset anlayışında ve tarzında ne kadar kibirli, ben bilirimci, küstah ve agresif bir üslup kullanılırsa, yığınlar üzerinde o ölçüde etkili olduğu kabul edilmektedir. (Recep Tayyip Erdoğan’ın “minareler süngü, kubbeler miğfer”, “Beyaz Türkler”, “Gavur İzmir”, “Monşer geldiler, monşer gidiyorlar” [“One Minute” olayı sonrası yurda dönüşünde dışişleri mensuplarını küçültücü tarzda yaptığı açıklamalarda], “ananı da al git burdan”, “Her kürtaj bir Uludere’dir”, “terörist holiganlar” [Ulus’ta Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına katılanlara yaptığı benzetme], “iki ayyaşın yaptığı kanun” [Mustafa Kemal Atatürk’ü ve İsmet İnönü’yü] vs. sözleri hatırlandığında, çoklukla bu tür bir dile başvurduğu gözlenmektedir.)

 

Tülin Öngen’e göre, “Catonist siyasetin ana argümanı bütün kötülüklerin ve sorunların kaynağında gelenekten kopuş ve ahlaki yozlaşmanın bulunduğudur. Bundan kurtuluş için, geleneğe dönüş ve moral bir arınma şarttır. Catonist siyasetin söylemleri tamamen bu yönde olmakla birlikte pratikte bunların hiçbir karşılıkları olmadığı görülür. Nitekim kullanılan kavramların içi boş ve son derece muğlaktır. İleriye dönük ve gerçek anlamda insan mutluluğu ile esenliğini amaçlayan herhangi bir düşünsel öz içermezler. Zaten Catonist iktidarların, bugüne kadar herhangi bir ahlaki reform gerçekleştirildikleri görülmemiştir; tek yaptıkları, insanlara gerek kamusal gerekse özel yaşamlarında gerici-muhafazakâr düşünce ve davranış kalıplarını dayatmak olmuştur. Bilim, felsefe, sanat ve estetik için de aynı şey geçerlidir. İyi, doğru ve güzelin gelenekten başka bir referansı yoktur. Bu konuda tek otorite ise, cemaat ile önderleridir. Onların beğeni ve tercihleri esastır (siyasal önder, bir sanat eserine “ucube” dediyse, onun başka türlü olması mümkün değildir!). Catonist rejimler, bilimsel ve entellektüel hayatın sığlaştığı, sanatın çoraklaştığı, sansürün hayatın her alanına yayıldığı en gerici rejimlerden biridir.  Sürekli ilerleme, reform, hatta devrimden söz etmelerine rağmen [örneğin; Erdoğan’ın “ileri demokrasi” söylemi] Catonist iktidarların, yerleşik ilke ve değerler ile eski yaşam tarzını koruyacak önlemler dışında herhangi bir radikal program uyguladıkları varit değildir.

 

Catonizmin son derece çelişik ve eklektik bir yapısı vardır. Bir yandan kültürel farklılıklar ile dinsel, etnik, vb. kimlikler öne çıkarılıp, muhafazakârlık, milliyetçilik, ırkçılık ve cinsiyetçilik kışkırtılırken; öte yandan organiklik ve bütünlük vurgusu yapan hamasi bir söylem ön plandadır. …Catonist siyasetin yoksulluk ve sömürüye karşı çıkışı engelleyen özel ikna yöntemlerinin başında geleneğe ve göreneğe bağlılık gelir. Bu bağlılık, gerçeklikle insanlar arasında bir filtre görevi görerek, gerçekliğin algılanmasını önler. Böylece toplum, geleneksel pratiklerin hangi sınıf ve zümrenin çıkarlarını kolladığını anlayamaz, hatta kendisinin yararına olduğunu bile sanabilir. Bu pratikler, toplumu durağanlığa sürüklemekle kalmaz, ezilenleri hak ve çıkarları için mücadeleden alıkoyar. …Catonizm, eşitlik ve bireysel özgürlük düşüncesi ile bu yöndeki arayışlara şiddetle karşı bir siyasettir. Bunlar, yıkıcı, toplumsal barış ve ahengi bozucu arayışlar olarak değerlendirilir.  İnsanlar, çocukluktan başlayan itaat ve boyun eğmeyi telkin eden öğretiler yüzünden yerleşik düzene aykırı davranmaktan ve sürüden kopmaktan ölesiye korkarlar. Mutluluk, ahlak ve düzen içinde yaşamanın tek yolunun eskiye bağlılık ve dinsel taassup olduğuna inandırılırlar. Siyasal davranışlarını da aynı kaygılar güdülediğinden, özgür ve özerk bir tercihte bulunamazlar.”[6]

Gelecek On Yıl: AKP İktidarı Yarı-tanrı Olur mu?

Öngen’in bu saptamaları, 2002 Kasım’ından bu yana Erdoğan ve AKP eliyle meydana getirilen Türkiye tablosuyla birlikte düşünüldüğünde, bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal ve sosyolojik gerçeklik daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bugün Erdoğan’ın “Catonist” siyaseti, hem Eylül 2010’da gerçekleştirilen “Anayasa Değişikliği Referandumu”nda hem de Haziran 2011 seçimlerinde ortaya koyduğu sözler, eylemler ve elde ettiği sonuçlar itibariyle değerlendirildiğinde, “Neo-Osmanlıcı” ve “Neo-[siyasal] İslamcı” otoriter ya da totaliter bir devlet ve toplum yapılanmasına gidiş yolunda “son viraj”a girmiş durumdadır.[7] Türkiye’nin 2013, 2014 ve 2015 yıllarında yaşayacağı seçim süreçleri sonucunda büyük ihtimalle bu “son viraj” da tamamlanmış olacaktır. İşte, Haziran 2011 seçimlerinden %49,95 gibi bir oyla galip çıkan Erdoğan ve partisi AKP’nin amacı, bu andan itibaren adeta bir yarı-tanrı rolüne soyunarak Erdoğan’ın şahsında bütünleşen AKP siyasal iktidarını bu seçimlerin sonuçlarında mutlaklaştırmaktır. Diğer bir deyişle “Neo-Osmanlıcılık” ve “Neo-[siyasal] İslamcılık”tan beslenen otoriter hatta totaliter bir “başkanlık sistemi”ni ve ona uygun toplumsal yapıyı Cumhuriyet’in 100. yılında onun alternatifi olarak hayata geçirmek/geçirmiş olmak Başbakan Erdoğan’ın yegâne siyasal hedefidir. Erdoğan ve AKP siyasal hareketi bu hedefe ulaşmak için bizzat kendi eliyle siyasal ve toplumsal sistemde yapısal kırılmalar ve bunalımlar da yaratacaktır. Dolayısıyla, yakın geçmişte olduğu gibi gerek iç politika gerekse dış politika alanlarında Türkiye’nin gündemine sokulan ve sokulacak her konu AKP için “ilkesel” değil “araçsal”dır. Diğer bir deyişle, AKP siyasal iktidarını mutlaklaştırmak ve ona mutlak bir meşruiyet sağlamak için gerektiğinde eski-yeni, açılmış-kapatılmış ne kadar mesele varsa hepsi tekrar tekrar gündeme getirilip (ki Erdoğan sıklıkla böyle yaparak Cumhuriyet tarihinin “zaman ayarı”yla tehlikeli bir biçimde oynamaktadır), AKP açısından kimin desteğine ihtiyaç duyuluyorsa onlara istedikleri söylenecek hatta gerekiyorsa bu konularda maceralara bile yelken açılacaktır. (“Mavi Marmara Baskını ve Krizi”, Türkiye’nin bilerek ve isteyerek kutuplaştırılması, Erdoğan’ın yasama faaliyetlerinde açıkça dini referans alması, Reyhanlı’daki patlamalar, Suriye’yle çatışma durumu gibi.) Böylelikle Başbakan Erdoğan, Türk siyaset tarihinde varılabilecek en geniş milliyetçi-muhafazakâr-[siyasal] İslamcı “sağ seçmen bloku”nu hem kendisi için hem de AKP için elde etmeye çalışacaktır.

 

Bu durum gerçekleştiğinde ise ki benim öngörüm gerçekleşeceği yönünde Türkiye’de bir ideolojik diktatörlükle birlikte geniş yığınlardan oluşan bir parti diktatörlüğü de kurulmuş olacaktır. İşin ilginç tarafı bu parti diktatörlüğü ona karşı olması gereken kesimlerin (özellikle de emekçi kesimlerin) büyük çoğunluğu tarafından da bugün olduğu gibi o gün de yadırganmayacaktır. (2011 yılındaki genel seçimlerde, seçimlere katılan her iki seçmenden birinin oy verdiği yani 21,5 milyon seçmenin oy verdiği AKP’nin dayandığı çekirdek sınıfsal taban düşünüldüğünde gerçekten demokrasi adına korku uyandırıcıdır: Kalın çizgilerle bir tasvir yapıldığında, 3 ya da 5 milyon işsiz, 10 milyon kayıt dışı çalışan, 8 ya da 9 milyon tarım yoksulu, 10 milyon emekli, 10 milyon yeşil kartlı ve sosyal yardımlarla geçinenler ve bu sınıfların dışında kalan işçilerin, memurların, esnafların ve sermayedarların teorik olarak yarısı. Bu rakamlar Türk siyasal hayatında Catonist bir siyaset izleyen AKP açısından yarı-tanrı bir siyasal iktidar yani Thomas Hobbes’un Leviathan’ı[8] olmak için yeterlidir.)

 

Sözün özü, 21. yüzyılın başında Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasisi, laikliği, ulus-devleti gerçekten çok ciddi bir açmazla ve tehditle karşı karşıyadır ve ne yazık ki AKP’nin elinde her gün biraz daha totaliterleştirmekte olan iktidarı demokratik yollarla alabilmenin imkânları da her geçen gün daha da azalmaktadır. Tarih bize sınırlandırılmayan, “çoğunluk” anlayışıyla kutsanan ve dahası Catonist bir siyaset tarzıyla harmanlanan siyasal iktidarların toplumlarını nasıl felakete sürüklediğini açıkça göstermektedir. Türkiye için bu felaket maalesef çok da uzak değildir. Türkiye’nin “1984” romanı belki de dün yazılmaya başlandı. Bunun anlamı Alexis de Tocqueville’nin sözleriyle şudur: “...En beteri, özgürlükçü ve kendi kendini yöneten düzen arayışı içindeki toplumların hiç de istemedikleri halde, despot düzenle karşılaşmalarıdır...”

 


[1]Başbakan Erdoğan’ın, Taksim Gezi Parkı olaylarıyla ilgi yaptığı basın toplantısındaki “Bizim evlerinde zorla tuttuğumuz yüzde 50 var. ‘Aman sakin olun’ diyoruz.” şeklindeki sözleri bunun en açık ispatıdır. “Başbakan: Evlerinde Zorla Tuttuğumuz Yüzde 50 Var”, 3 Haziran 2013, 

http://www.cnnturk.com/2013/turkiye/06/03/basbakan.evlerinde.zorla.tuttugumuz.yuzde.50.var/710432.0/

[2]Bu konuda bkz. Yonatan L. Morse, “The Era of Electoral Authoritarianism”, World Politics, Vol. 64/1 (January 2012), pp. 161-198.

[3]Faruk Ekmekçi, “Gezi parkı: Demokrasi, Medya ve Polis Notları”, 2 Haziran 2013, http://fekmekci.wordpress.com/2013/06/02/gezi-parki-demokrasi-medya-ve-polis-notlari/#more-7353

[4]Ümit Özdağ, İkinci Tek Parti Dönemi: AKP’nin Yumuşak Hegemon Parti Projesinin Anatomisi, 1. bs., Kripto Kitaplar, Ankara, Mart 2011.

[5]George Orwell’in (1903–1950) yazılış aşamasında (1947–1948) “The Last Man in Europe” (Avrupa’daki Son Adam) ismini verdiği, fakat pazarlama sorunları düşünülerek “1984” adıyla basılan romanı, distopik ve alegorik bir politik romandır. 20. yüzyılın en etkili distopya romanlarının başında gelen ve “Big Brother” (Büyük Birader),  “düşünce polisi” gibi kavramları da siyaset terminolojisine kazandıran bu roman, totaliter bir merkezi tek partinin yönetiminde korku, propaganda ve beyin yıkama ile toplumun nasıl manipüle edildiğini çok çarpıcı bir biçimde göstermektedir. Ayrıca Orwell romanında “çiftdüşün” tekniğiyle de karşıt kavramları bir arada kullanarak, totaliter bir devlet ve toplum yapısında insanın bariz gerçeğe aykırı olanı tartışmasız kabul etmesinin beklenildiğine, böyle bir düzende merkez partiye bağlılığını göstermesi için insanın gerekirse akla aykırı olanı bile “doğru” olarak kabul etmesi gerektiğine dair ortaya koyduğu kurgulamayla çok açık bir uyarıda bulunmuştur tüm insanlığa: Her şeyin tamamen tek partinin denetiminde olduğu belleksiz ve muhalefetsiz bir toplum tehlikesi…

[6]Tülin Öngen, “Yüzde Ellinin Sırrı Ne?”, Birgün, 1 Temmuz 2012, http://www.birgun.net/politics_index.php?news_code=1309506690&day= 01&month=07&year=2011

[7]Bu konuda ayrıca bkz. Bülent Şener, “Aziz Babuşçu’nun Sözleri Üzerinden Türkiye’nin Gelecek On Yılı: AKP Catonizmi ve Post-Modern Diktatörlüğe Geçiş Süreci”, http://www.21yyte.org/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/04/03/6931/aziz-babuscunun-sozleri-uzerinden-turkiyenin-gelecek-on-yili, 3 Nisan 2013.

[8]“Leviathan”, kutsal kitapta (Eski Ahit) geçen bir deniz canavardır. Yeryüzünde onun gücüyle kıyaslanacak bir başka güç yoktur. Hobbes’un eserinin kapak kompozisyonunda Leviathan şöyle resmedilmiştir: Arka planda dağların ardından yarı beline kadar doğrulan başı taçlı bir dev görülmektedir. Uzun saçlı, bıyıklı bu dev sabit bakışları, hafif alaycı gülümseyişiyle bir kralı anımsatmaktadır. Devin kolları ve göğsü birbiri üstüne yığılmış binlerce insan başından oluşmuştur. Dev sağ elinde bir kılıç, sol elinde de piskoposluk sembolünü tutmaktadır. Dağlarından ardından yükselen devin önünde kırlar, ormanlar, ırmaklar uzanırken; daha ilerde de surları, kaleleri, kilisesiyle bir şehir maketi görünmektedir. 

Doç. Dr. Bülent Şener

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display