Terörle Mücadelede Yol Ayrımı

Yazan  30 Temmuz 2013

2012 ve 2013 yıllarındaki dış politikamızda ve terörle mücadelemizde görülen gelişmeler; 15 Ağustos 1984 yılında Eruh ve Şemdinli baskınları ile başlayan PKK terör süreci ile ilgili genel bir değerlendirme yapılmasını gerekli kılıyor. Şimdilerde Türk halkı terörle mücadele ve Suriye ile olan ilişkilerde meydana gelen gelişmeleri kaygılı bir şekilde izliyor. Ne olacak bu işin sonu? sorusuna cevap arıyor fakat bulamıyor. Gelgitlerle geçen 30 seneden sonra terörle mücadelede neticeye ulaşılamaması, Türkiye’nin ayağında bir pranganın kalmasına neden oluyor. Ülke huzura kavuşamıyor ve uluslararası büyük oyuncuların istismarına uğruyor ve oyunlarının içine çekiliyor.

En son istismar konusu ise Suriye ile olan ilişkilerimizdir. Türkiye açıkça ABD’nin başını çektiği merkezi güçler tarafından yalnız bırakılmış ve kullanılarak bir kenara itilmiş görüntüsü veriyor. Düşülen bu durumu tahmin edememek ve Birleşmiş Milletlerde yapılan girişimlerden de bir sonuç alamamak, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun ciddiyetini artırıyor.

Başına gelecekleri önceden görememek Türkiye’nin kronik hastalığı olmuş gibi. PKK Terör Örgütü KASIM 1978’de kurulmuştur. Terör örgütü, lideri Abdullah ÖCALAN’ın TEMMUZ 1979 yılında BEKAA Vadisine gitmesiyle birlikte örgüt, faaliyetleri için hazırlık çalışmalarına başlamıştır. Terör örgütünün AĞUSTOS 1984 yılında Eruh ve Şemdinli baskınları ile fiilen ortaya çıktığı süreçten itibaren başlayan terör olayları, devletin en üst makamı tarafından bile küçük bir asayiş sorunu olarak görülmüş, terörle mücadele, teröristle mücadele olarak algılanmıştır. Bu yüzden sorumluluk güvenlik kuvvetlerine yıkılmış, 1984-1987 yılları arasında geçici tedbirlerle asayiş sorununun çözülebileceğine inanılmıştır. Siyasi olarak alınması gereken tedbirler ve yapılması gerekenler hep göz ardı edilmiştir.

Buna rağmen, güvenlik kuvvetlerinin azim ve kararlılıkla sürdürdüğü mücadelede başarılı olunmuş ve terör örgütü ateşkes ilan ederek 01 EYLÜL 1998’de sınırlar dışına çekilmiştir. Alınan tedbirlerle beraber 1987-1998 arasındaki 11-12 yıllık süreçte ve halen, örgüt birkaç kez imha edilmesine rağmen, örgüte katılımlara engel olunamadığı için terör örgütü hala yerinde durmakta ve terör faaliyetlerine devam etmektedir. 

Aslında PKK Terör Örgütü  mücadelesine yukarıda da değindiğimiz gibi 1979’lu yıllarda başlamıştır. Örgüt o yıllarda elemanlarını bölgedeki köylere göndermiştir.   AĞUSTOS 1984’e kadar beş yıl ideolojisi doğrultusunda; halkı kendine inandırma ve yanına çekme, kendine tam bağlı militan yetiştirme, lojistik sistem kurma, terör faaliyetini sürdürecekleri coğrafi alanı tanıma, kullanacakları patikaları, yolları ve diğer güzergâhları tespit etme, nerelerde gizli depo, asıl ve geçici üs bölgeleri oluşturabileceklerini belirleme, başlangıçta kullanacakları gizli depo, sığınak ve barınakları hazırlama, buralara gerekli malzeme, silah ve mühimmatı yığınaklandırma gibi alt hazırlıkları tamamlayarak eylemlerine başlamıştır. Bu süreçte buralardaki örgüt elemanlarının bir Kürdistan kurma fikri ile hareket ettikleri, çok ayrıntılı çalıştıkları görülememiş, olayların gelecekte hangi seviyelere ulaşabileceği kıymetlendirilememiştir. Diğer bir tabirle yılanın başı küçükken ezilememiştir. Bu dönemde yakalanan örgüt militanlarına yapılan kanun dışı uygulamalar da örgütün taban bulmasını desteklemiştir. Devlet tam hazır olmadığından 1984-1987 yılları arasındaki üç yılık dönemde mücadele; o dönemde bölgede bulunan jandarma ve kara kuvvetleri birlikleri ve geçici olarak yaz dönemlerinde bölgeye gönderilen birkaç tugayla yani geçici tedbirlerle yapılmıştır.

PKK Terör Örgütünün yarattığı ve ülkenin bekasına yönelttiği tehdidin farkına varıldığında, siyasi bir kararla 19 Temmuz 1987 yılında Olağanüstü Hal Uygulamasına geçilmiştir. Olağanüstü Hal Valiliği kurulması ve geniş yetkilerle donatılması, Jandarma Asayiş Bölge Komutanlığı kurularak güvenlik güçlerimizin yeniden yapılandırılması, terörle mücadelede uygulanacak strateji ve taktiklerin belirlenmesi, klasik takım ve bölük kuruluşlarının değiştirilerek kendi kendine yeterli tim kuruluşuna geçilmesi, birliklerdeki lider personel sayısının artırılması ve bu timlerin terörle mücadele için eğitilmesi,  örgüt haberleşmesinin dinlenmesi ve/veya engellenmesi için Genelkurmay Başkanlığının dinleme ve kestirme timlerinin kullanılması, Özel Kuvvetler Komutanlığının büyütülmesi, Polis Özel Harekât Timlerinin kurularak bölgede görevlendirilmesi, Cobra Taarruz Helikopterleri ile Skorsky tipi genel maksat helikopterlerinin tedarik edilmesi, helikopterlerin gece şartlarında da uçabilecek imkân ve kabiliyete kavuşturulması, bunun için pilotlarımızın eğitimi, gece görüş sistemlerinin ve termal kameraların kullanımı, bu süreçte gerçekleştirilerek askeri terminolojide KUVVET ÇARPANI olarak isimlendirilen ve karşı tarafa üstünlük sağlayacak teşkilat, eğitim, askeri strateji ve taktiklerdeki değişimler ile harp silah ve sistemlerindeki teknolojik üstünlük, yani yeni yetenekler, bu tarihten itibaren kullanılarak ve uygulamaya konularak mücadelede etkin olunmaya başlanmıştır.

Bunun yanında bugünlerde gündeme gelen ve sanki geçmişte hiç yapılmamış gibi gösterilmeye çalışılan ALAN HÂKİMİYETİNE yönelik olarak; terör örgütünün üs olarak kullandığı bölgelere PİYADE TABURU seviyesinde birlikler konuşlandırılmıştır. Bu birlikler arazide sanki teröristler gibi yaşamaya başlamış bir maden galerisi gibi hazırladıkları toprak altındaki mevzi ve yatma yerlerinde kalarak hem örgütü yanıltmışlar hem de oluşabilecek zayiatların tamamen önüne geçmişlerdir. Aynı zamanda sorumluluk sahaları içinde araziyi hiç terk etmeden gece ve gündüz sürekli kontrol ederek, vatandaşla yakın ve samimi ilişkilerde bulunarak görevlerini yapmışlardır. Buralar aynı zamanda komando ve özel birliklerin operasyon çıkış ve dinlenme bölgeleri olarak da kullanılmıştır. Bununla yetinmeyip, KOMANDO ve ÖZEL BİRLİKLERİMİZ; timler halinde araziye yayılarak,gece ve gündüz hareket ederek, örgütün sıkça kullandığı; arazi kesimlerini, yolları, patikaları ve yardım ve destek aldıkları yayla ve mezraları, derin vadi ve dere yataklarını değişimli olarak sürekli kontrol altında tutarak örgütü hareketsiz kılmıştır. Gece görüş sistemlerinin verdiği avantajlar ile gecenin kullanımını avantaja çevirmiştir. Bu süreçte sınırlarımıza yakın mesafelerde bulunan ve kamu oyuncada isimleri bilinen HAKURK, AVAŞİN- BASYAN, ZAP, METİNA, SİNATH- HAFTANİN gibi kamp bölgelerine sıklıkla operasyonlar düzenlenerek örgüt üzerinde hatırı sayılır bir üstünlük kurulmuştur.

Bugün 35-40 yaşları arasında olan ve bölgede görev yapan her Türk vatandaşının çok iyi bildiği; PROFESYONEL OLMAYAN MEHMETÇIKLERLE yapılan son derece meşakkatli görevler, yani kanla ve terle gerçekleşen,   vatan sevgisi, iman ve gözünü budaktan esirgememe ile ortaya çıkan, ciddi bir şekilde yapılarak ülke nezdinde takdir ve onuru hak eden emekler sonrası, terör örgütü grupları arasındaki irtibatlar kesilmiş, örgüt parça parça etkisiz hale getirilmeye başlanmıştır. PKK Terör Örgütü; 10-12 yıl süren bu çetin ve kahramanlıklarla dolu mücadeleden sonra 1997-1998 yıllarında açıkça Türk Ordusu tarafından mağlup edilerek eylem yapamaz hale sokulmuştur.(Bknz., Baskın ORAN, Kürtler Üzerine Yazılarım). Neticede; örgüt sınırlar dışına çekilmiş, terör örgütünün başı yakalanmıştır. Örgüt bundan sonra 1 Haziran 2004’e kadar kendince uzun süreli bir ateşkes ve yeniden toparlanma sürecine girmiştir.

PKK Terör Örgütü; EYLÜL1998-HAZİRAN 2004 yılları arasında yaklaşık beş buçuk yıl, merkezi güçlerinde yardımı ile yeni haberleşme ve gece görüş sistemlerine sahip olmuş, azalan terörist sayısını bütünlemiş, askeri ve ideolojik eğitimlerini tamamlamıştır. Fakat en önemlisi PKK Terör Örgütünün; Hamas ve El –Kaide gibi terör örgütlerini örnek alarak, plastik  ve el yapımı patlayıcıları ve bunların etkili şekilde kullanılmasını bir KUVVET ÇARPANI olarak kullanmaya karar vermesi olmuştur. Örgüt bu süreçte yaptığı diğer değerlendirmeler sonucunda;

·                    Kırsal alanda faaliyet göstermenin ve bunun lojistik desteğinin kendisine olan maliyetinin yüksekliğini tespit etmiştir. Kendisini maddi anlamda destekleyen ülkelerin bu desteklerini azaltması veya kesmesi halinde içine gireceği zorlukların mücadelesini yok olma noktasına getireceğini görmüştür.

·                    Tekrar bir mağlubiyete uğrama halinde Irak Krizi gibi yeniden dirilmesine yardımcı olacak uluslararası bir fırsatın çıkmayabileceğini dikkate almıştır.

·                    Kandil Ana Üssünden uzaklaştırılması halinde yurt dışında uygun başka bir üssün bulunmasının neredeyse imkânsız olacağını, Türkiye sınırları içinde de böyle bir üsse sahip olamayacağını, olsa bile çok kısa zamanda imha edileceğini kıymetlendirmiştir.

·                    Kırsal alandaki çatışma ortamında verdiği zayiatların fazlalığının, militanlarını temin ettiği kaynağı olumsuz etkileyeceğini ve bu kaynakları eskisi gibi kullanamayabileceği düşünmüştür.  

Bunun için de; çatışma ortamının kendisine olan maliyetini azaltacak, dağda terörist tutmada gerekli olan maddi kaynak ihtiyacını en aza indirecek, yurtdışında veya yurt içinde bir üsse sahip olmasını gerektirmeyecek bir stratejik yapılanmanın ve çatışmalarda güvenlik güçlerine fazla zayiat verdirirken kendi zayiatının çok az olacağı taktiklerin neler olabileceğini incelemiş ve gerekli yöntemleri araştırmıştır. 

Sonunda; meskûn alanlarda hücre tipi teşkilatlanmayı gerçekleştirerek bu teşkilatı ile vatandaşlar arasındaki ideolojik çalışmaları sonucu kendisine olan halk desteğini artırmayı, örgüte terörist kazandırmayı, gelecekte rüyasını gördüğü bağımsız devletin alt yapısını oluşturmayı hedeflemiş, kendisine hiçbir maliyeti olmayan teröristleri ile de çoğunlukla meskûn alanlarda ve yollarda, bombalama, el yapımı patlayıcı kullanma ve canlı bomba kullanma vasıtasıyla kırsal alandaki terör faaliyetlerini desteklemeyi ve/veya sadece meskûn alanlarda ve yollarda terör faaliyetlerine devam ederek devleti istediği noktaya getirmeyi kendisine hal tarzı olarak seçmiştir. Bunun içinde önce 2003 yılında TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) adını verdiği genellikle suikast türü eylemleri gerçekleştirecek yapılanmayı oluşturmuş, elemanlarını eğitmiştir. Daha sonra da bu yapının yanına savcılık iddianamesine göre de 17 Mayıs 2005’de KCK ( Kürdistan Komünler Birliği) adını verdiği, toplumsal alanı yönetecek, bir devletin idari sistemine benzer olan, teşkilatı kurmuştur. Bunlar vasıtası ile sadece Türkiye’de değil Avrupa ülkelerinde, Suriye ve İran’da da çalışmalara başlamıştır.

Yoğun mücadeleden yorulan devlet organlarımız; EYLÜL1998-HAZİRAN 2004 arasındaki süreçte; terör örgütünün mağlubiyeti ve ateşkes ilan ederek yurt dışına çekilmesini, terörle mücadele hemen hemen bitti olarak değerlendirerek, rehavete girmiştir.  Sivil kanat;  gerekli siyasi ve ekonomik tedbirleri yeterince alamamış, bölgeye yapılan ekonomik yatırımlar ve terör örgütü başının yakalanması ile elde edilen başarılarla yetinme yolunu seçmiştir. Askeri kanatta ise; kamuoyunun yoğun baskısı ile askeri harcamaların azaltılması, Komando ve Özel Birliklerin bölgede görevli olan birlik sayıları azaltılarak dinlendirilmesi, bu birliklerde görevli olarak 5-6 yıl gibi uzun süreli olarak çatışma ortamında görev yapan subay ve astsubayların başka birliklere atanarak moral ve motivasyonlarının artırılması öncelikli gündem maddeleri olmuştur. Bunun için İç Güvenlik Harekât Bölgesinde geçici görevle görevlendirilen birliklerin bir kısmı müteakip yıllarda operasyon bölgesinde görevlendirilmemiş veya değişime tabi tutularak sayıları azaltılmıştır. Bu nedenle; güvenlik kuvvetleri faaliyetlerini kısıtlayarak, bölgedeki kontrolünü azaltmış, lider kadronun terörle mücadelede elde ettiği tecrübeler en azından usta-çırak usulü ile, mücadelede en önemli görevi yapacak genç lider kadroların tümüne etkili bir şekilde aktarılamamıştır. Sınırların güvenliği için tespit edilen projeler de yüksek maliyeti nedeniyle başlangıçta planlandığı şekilde bitirilememiştir. 

Bu sırada örgütün gelecekteki yapısının ve eylemlerinin şeklinin ne olacağını tespit etmek için boş durulmamış, örgütün Kandil’deki ana karargâhı ile yurt içindeki kalan ufak unsurları çok yakından takip edilmiştir. Elde edilen bilgileri doğru olarak değerlendiren devlet; kendisi için bir kuvvet çarpanı olacağını tespit ettiği taarruz ve genel maksat helikopterlerinin kaybedilenlerinin öncelikle dış tedarik ile temin edilmesi ve daha sonra Türkiye’de üretilmesi, terör örgütünün kullanabileceği mayın, plastik ve el yapımı patlayıcılara karşı zırhlı koruyucu araç, detektör ve frekans karıştırıcı (jammer) cihazların temin ve/veya üretiminin ülkemizde yapımı ile terörist grupların faaliyetlerinin takip ve kontrolü için insansız hava araçları (İHA)’nın tedarik ve/veya ülkede üretimi için girişimlerine başlamıştır.

Geçen sürede; öncelikle tedarikte ciddi anlamda sorunlar yaşanmıştır. İhtiyaç duyulan Cobra tipi taarruz helikopterleri; peşin olarak satın alma için yeterli paramız olmasına rağmen ABD tarafından; bunların Irak ve Afganistan’da kendilerince kullanıldığı, ellerinde satış için üretilmiş yeterli taarruz helikopteri bulunmadığı beyan edilerek, yıllarca verilmemiştir. Aynı helikopterlere sahip diğer ülkeler de, ABD’nin bu sistemleri satarken anlaşmalara koyduğu üçüncü ülkelere satış yasağını ileri sürmüşler ve/veya kendi ihtiyaçları olduğunu söyleyerek taarruz helikopterlerini bize satmamışlardır. İhtiyaç duyulan Cobra Taarruz Helikopterleri EKİM 2012 ayı öncesine kadar tedarik edilememiştir. İhtiyacımız daha fazla iken sadece 3 adet temin edilebilmiştir. İtalya ile ortak yapılacak olan ve T-129 modeli olarak isimlendirilen taarruz helikopterlerinin yurt içi üretimine başlanmasına rağmen henüz silahlı kuvvetlere teslim edilememişlerdir. 2013 yılsonuna kadar 6 adet teslim edileceği yetkililerce söylenmektedir.

Kirpi adı verilen Mayına Karşı Korumalı Zırhlı Araç ihtiyacı yurt içi üretimle karşılanmaya başlanmıştır. BMC Firması tarafından üretilen araçlar 2011 yılı itibari ile peyderpey olarak kullanıma girmiş olmasına rağmen, ihtiyaç henüz tam olarak tamamlanamamıştır. BMC şirketi üretimde finansal zorluklar çektiğini açıklamaya başlamıştır. Yetkililerce teslimatta bir gecikme olmaması için çalışıldığı açıklanmıştır. Üretim yapılan fabrikanın satışı gündemdedir.

Sinyal Karıştırıcılar ve mayın detektörleri yurtdışı ve yurt içi üretimle karşılanarak birliklerin ihtiyaçları süratle temin edilmiştir. İHA’ların acil ihtiyaç kısmı yurt dışı tedarikle karşılanmış, yurt içi üretim çalışmaları hızlı bir şekilde devam etmektedir. İHA ihtiyacı devam etmektedir. 

Güvenlik Kuvvetlerimizin teröristle mücadelede eğitimi ve müteakiben görevlendirmeleri daha ziyade kırsal alanda teröristle mücadele şekline göre devam etmiştir.  Öncelikle yerleşim yerlerinde teröristle mücadele görevlendirilecek polislerimizin eğitimleri yeni tamamlanmış ve etkili kullanımına da 2012 yılından itibaren başlanmıştır.

1 Mart 2003 teskeresinin meclisten geçmemesi ve 20 Mart 2003’de ABD’nin Irak’a müdahalesi ile başlayan gelişmelerle Türkiye Irak’ın kuzeyindeki kontrolü kaybetmiştir. Bu süreç PKK’ya; alt yapı hazırlıklarını tamamladığı terör eylem türlerini devreye sokma cesaretini vermiş yani gerekli şartları oluşturmuştur. 1998–2004 yılları arasında geçen 5 yıl iyi değerlendirilemediği için, örgüt üzerinde geçmişte elde edilen kazanımlardan geriye gidiş olmuştur.   

Örgüt 01 Haziran 2004’den sonra TAK yapılanmasına da dayanarak,  meskûn ve kırsal alanda tekrar terör eylemlerine başlamış ve gittikçe artırarak devam etmiştir. 2005 yılı bahar ayları ile birlikte KCK’yı da kullanmaya başlayan örgütün faaliyetleri sonrası ülkemiz; araç yakmaları, sivil itaatsizlik eylemleri yanında bombalama ve canlı bomba kullanma türü terör faaliyetleri ile de yüzleşmeye başlamıştır. Bu dönemden itibaren oluşan zayiatlarımız çatışmalardan ziyade, hain ve sinsi tuzaklarda kullanılan mayınlar ve el yapımı patlayıcılarlardan kaynaklanmıştır. Verdiğimiz zayiatlar teröristle mücadelede dünyaca kabul görmüş genel ölçütlerin (bir teröristin etkisiz hale getirilmesinde 8-10 güvenlik kuvveti zayiatı) altında olmasına rağmen (en fazla zayiatın verildiği dönemlerde bile bire bir oranından daha az )  doğal olarak halkımızı ve kamuoyunu tedirgin etmiştir. Bu tedirginlik ile güvenlik kuvvetlerinin yeterli eğitim almadıkları ve ayrıca mücadelenin profesyonel personelle yapılması gerektiği söylenmeye başlanmıştır. Bunun için Silahlı Kuvvetler, 2007 yılı Haziran ayı içinde Eğridir’de bulunan Dağ Komando Okulu ve Eğitim Merkezi Komutanlığında bir basın turu düzenleyerek eksik eğitim verildiği iddialarının doğru olmadığını kamuoyuna ispat etmiştir. Basın turunun sonunda yapılan ve Genelkurmay Başkanı ile Kara Kuvvetleri Komutanının da katıldıkları basın toplantısında, Kara Kuvvetleri Komutanı teröristle mücadelede öncelik komando birliklerinde olmak üzere profesyonel uzman er ve erbaşların kullanılacağı açıklamıştır.

Bu yıllarda demokratikleşme ve Silahlı Kuvvetlerin sivil idarenin emrinde olması gerektiği konuları şıkça gündeme gelmeye başlamıştır. EMASYA protokolü iptal edilerek İl İdaresi Kanunun uygulanmasına geçilmiştir. İç Güvenlik Harekât bölgesinde görevli birliklerin operasyona çıkması İl Valiliklerinin talimatlarına bırakılmıştır. Böylelikle doğal olarak çoğunlukla, doğru olduğu değerlendirilen bir duyum/haber alınmadıkça araziye çıkılmamaya başlanmıştır. Neticede; Alan Hâkimiyetine yönelik yoğun operasyonlar azaltılmış, yollarda ve meskûn alanlarda sıklıkla yapılan kontroller gittikçe daha az yapılmaya başlanmıştır. Yani daha önceleri teröristleri arama bulma ve yok etme şeklinde belirlenen uygulamalar azaltılmıştır. Bunun yerine nokta operasyonlarının, taarruz helikopterlerinin, uçakların ve topçu silah sistemlerinin sınır ötesi de olmak üzere daha etkili kullanımını gündeme gelmiştir. Nokta operasyonlarında; başarının doğru ve zamanında elde edilecek istihbarata bağlı olması, İHA kullanımını ve örgütün ABD kontrolündeki Irak’ın kuzeyini sıkça kullanmasına engel olmak için ABD ve Irak devletleri ile terörle mücadelede işbirliği yapılmasını gerekli kılmıştır. Bu dönemdeki en önemli gündem maddeleri; İHA kullanımı ile sınır ötesindeki terör yuvalarına karşı hava kuvvetlerinin ve topçu silah sistemlerinin kullanılması olmuştur.

            Uygulamadaki istihbarat paylaşımındaki gecikmeler, İHA’ların sayıca yersizlikleri, İHA’ların kullanımımda yaşanan bir takım teknolojik sorunlar, hava kuvvetlerinin dağlık alandaki etkisinin daha az olması yönündeki genel askeri kural ve alan hâkimiyetine yönelik operasyonların daha az yapılması, terör örgütü gruplarının bölgede daha rahat hareket etmesine, araziyi kullanmasına ve kendileri için elverişli şartların ortaya çıkmasına imkân vermiştir. Bunun üzerine sınır ötesi harekât gündeme gelerek 2008 yılının kış aylarında kısa süreli bir sınır ötesi harekât icrası ile örgütün birinci derecede önem verdiği Zap Kampı hedef olarak seçilmiştir. Bu operasyon uygulamasına kış şartlarının ve yoğun dış baskıların zorlaması nedeniyle kısa sürede son verilmiştir.

Bu süreçte hükümet; terörün bitirilmesi için dıştan yapılan baskılarla birlikte gerekli olduğunu düşündüğü ve AÇILIM olarak isimlendirdiği politikasını uygulamaya koymuştur. Bununla topluma bir huzur geleceğini değerlendirmiştir. Fakat açılımın ne olduğunu veya olacağını boşlukta bırakarak içini tam doldurmamış ve niyetini topluma anlatmamıştır. Yaptığı uygulamalarda pro-aktif olma yerine re-aktif olmayı tercih etmiş ve sorunun çözümünü günlük gelişmelere bırakmıştır. AÇILIM Politikası; örgüt tarafından toplumun vicdanını yaralayacak şekilde 19 Ekim 2009’da Silopi’de istismar edilmiş ve açılım başladığı yerde bitmiştir.

Aslında 01 Haziran 2004’den sonra terörle mücadelede meydana gelen zayiatların temel nedeni, ordunun eğitimsizliği ve teröristle zorunlu olarak silâhaltına alınan erbaş ve erlerle mücadelenin yapılması değildir. Öyle olsaydı 1984–1998 yılları arasında yaklaşık 12 yıl zorunlu olarak silâhaltına alınan erbaş ve erlerle mücadele sonrası örgüt yok edilme noktasına ve bunun sonunda sınır dışına çekilme kararına getirilemezdi. Zayiatlarımızdaki artışın temel nedeni; KUVVET ÇARPANLARININ çatışma bölgesinde zamanında hazır edilememesidir.Kuvvet Çarpanlarının zamanında hazır olamamasının temel gerekçesi de, silah sistemleri teknolojisinde milli yeterli birikime sahip olmamamız yüzünden dış ülkelerin eline bakmamızdır. Üstelik o ülkeler, terörle mücadelede; Türkiye’nin yanında olduğunu, ellerinden gelen her şeyi yapacaklarını lafta deklere eden, bazen de karşılıklı olarak stratejik ortaklıklardan söz ettiğimiz müttefiklerimizdir. Müttefiklerimizin bu şekilde bilinçli tarzda davranmalarının altında yatan gerçeğin de, ülkemizdeki terör sorunun Kürt Sorununa dönüşmesini el altından destekleyerek bu yolla Türkiye’nin bölünerek küçülmesinden önce federal bir yapıya geçmesini Sevr’den beri milli çıkarlarına uygun görmeleri olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Zaten bu bilinç eksikliğimizin doğurduğu balık hafızalılık değil midir ki, bilinçsizce Barzani ile gurur duyduğunu hançeresi yırtılırcasına bağırmak.   

 Bu dönemdekizayiat artışımızı etkileyen diğer faktörler de; geçmiş yıllarda terörle elde edilen tecrübeli kadroların yaşlanması, tecrübelerin değerlendirilmesine yönelik bir personel politikası uygulamasının çok iyi başarılamaması ile Alan Hâkimiyetine yönelik her zaman arazide olma ve teröristi ara, bul yok et prensini esas alan askeri uygulama yerine (oldukça yıpratıcı, emek ve gayret isteyen, daha fazla birlik görevlendirmeyi yani profesyonel olmayan birliklerin yoğun kullanımını gerekli kılan bir hal tarzı) daha ziyade elde edilen istihbarata dayanarak bölgede operasyonlar düzenlemesinin (profesyonel birlikleri kullanan, çok daha az sayıda profesyonel olamayan birlik kullanan, daha az yıpratıcı, kısa sürede daha fazla teröristi etkisiz hale getirebilen, uçakları, taarruz helikopterini ve topçu silah sistemlerini kullanan bir hal tarzı) tercih edilmesidir.  

Alan Hâkimiyeti yerine Nokta Operasyonlarının uygulanmasının nedeni de; idari yöneticilerin terör ve güvenlik konularındaki eksiklikleri, bölgelerini huzurlu göstermek, bölgede her yerde asker bulunmasının bölge halkı üzerinde yarattığı sözde rahatsızlıkları önleme ve olabilecek şikâyetleri azaltma istekleri, profesyonel olmayan birlik kullanımına yönelik ihtiyacı azaltarak, zorunlu askerlik uygulaması ile silâhaltına alınan personel zayiatını düşürmek (Bu uygulama askerlerin; zorunlu askerlik uygulaması ile silâhaltına alınan personelin zayiatını azaltmak isteği ile de paralellik oluşturmuştur.), bir yandan profesyonel olacak personeli temin ve onun eğitimini yaparken, eğitimini tamamlamış olanlarla da terör faaliyetlerini engellemek düşüncesidir. Bütün iyi niyetli fakat askerliğin gereğini yapma bakımından doğru olmayan bu uygulama biçiminin; terör örgütünün 2009 yılından itibaren, öncelikle Hakkâri, Şırnak ve Bingöl illerimizin sınırları içinde olmak üzere bölgenin neredeyse tümünde daha rahat hareket etmesine, üslenmelerini yapmasına, halkı baskı ve kontrol altına almasına yardımcı olduğunu görmekteyiz.

Ayrıca bu dönemde terör örgütü ile yapılan mücadelede; merkezi güçlerin yeterli desteğini görmememiz hatta terör örgütünü desteklendikleri intibaını veren uygulamalarını yaşamamız neticesinde, mevcut hükümet; merkezi gücün çıkarları için yeri ve zamanı gelince kullanılacak ve aynı zamanda Türkiye’nin uluslar arası ortamda gelişebilecek olaylarda belli hareket tarzlarını uygulamaya zorlanmasında da bir vasıta olabilecek ve bu nedenlerle gücünün belli bir seviyenin altına inmesine müsaade edilmeyen PKK Terör Örgütünün zaman kaybedilmeden etkisiz hale getirilmesine karar vermiştir. Bu süreçte terör örgütünün bir noktada yaşam umudu olmaya başlamış ve siyasallaşmasına yönelik gayretlerinin ve meskûn mahallerde terörün tırmanmasının temel nedeni olan KCK ve TAK yapılanmalarına yönelik 2011 yılından itibaren ciddi operasyonlar icra edilmiştir.   

Burada hedef; hem terör hem de Kürt Sorunu olarak dillendirilen hadiseyi 2012-2014 yılları arasında bitirmek, Başbakanının yetkilerini de artırarak Cumhurbaşkanı olmasını sağlamak, Suriye-İran krizinde Türk halkının istemeyeceği bir hareket tarzının uygulanması yerine daha bağımsız hareket edebilmek, terörle mücadeleden elde edilen başarıdan hem siyaseten faydalanmak hem de TSK’nin itibarını artırmak ve ülkeyi rahatlatmaktır. Güvenlik güçlerimiz bir yıl gibi kısa sürede başarılı olmuşlardır. 

Bu başarı sayesinde olabilecek çok kanlı terör eylemlerine set vurulmuş ve bu durum örgütü ve merkezi gücü özellikle bir cevap verme gayretine itmiştir. Bunun için merkezi gücün katkılarının oldukça fazla olduğu düşünülen olaylar kısaca şöyledir.

·                    31 ARALIK 2011’de meydana gelen ULUDERE Olayı.

·                    Haziran 2011’de yayınlanması ile başlayan ve 07 Şubat 2012’de MİT Müsteşarının ifadeye çağrılması ile başlayanMİT Krizi.

·                    11 Haziran 2012’de Hakkâri’de, Derecik ve Yeşiltaş Karakollarına yapılan baskınlarla başlayan Şemdinli merkezli terör olayları,

·                    22 Haziran 2012’de Suriye’nin bir keşif uçağımızı düşürmesi.

·                    02 Ağustos 2012’de yayınlananObama’nın beyzbol sopalı fotoğrafı.

·                    03 Eylül 2012’de ABD Genelkurmay Başkanının, ‘’Obama’nın Suriye ve İran Politikalarının yanlış’’ olduğunu açıklaması ile başlayanTürkiye’nin Suriye Krizinde yalnız kalması.

Bu süreç de; birbiri ile zamanca da örtüştüğü gördüğümüz ve kamuoyunda,  Ergenekon ve Balyoz diye isimlendirilen davalarda çok sayıda değerli general ve muvazzaf subayın tutuklanmaları, mevcut dava delillerinin sahte olduğu iddialarının mahkemelerce araştırılmaması ve dava sürecinin bilinen usul ve yöntemler dışında yürütülmesi silahlı kuvvetlerin merkezi gücün de katkılarıyla tasfiyesi iddialarını gittikçe gerçeğe dönüştürmektedir. Bu durumun ordunun lider kadrolarının görevlerini yapmada moralleri ve arzularını olumsuz yönde etkilediği bir gerçektir. Davalar devam ederken Cumhuriyet kurulduğundan bu yana Silahlı Kuvvetlerimizin görülmemiş sayıda personelinin casusluk suçlamaları ile tutuklanmalarının ve/veya soruşturma geçirmelerinin de bu moralsizliği körüklediği açıktır. Atatürk’ün ‘’Bir ordunun kudreti, zabitan ve kumanda heyetinin kıymetiyle ölçülür’’ veciz sözünü dikkate aldığımızda, ordunun lider kadrosu yönünden en güçlü olması gereken bu zamanda yeteri kadar güçlü olduğumuzu söylemek çok güçtür.

            Sonuçta; merkezi gücün katkıları ile yapılan girişimler sonuç vermiş, Arap Baharı ile başlayan ve şimdilik Suriye ile sınırlarımıza kadar gelen bilinen krizde hükümetin Suriye sorununa gereksiz yere ve/veya gereğinden fazla girmesi, uğraşması ve gayret göstermesi sağlanmıştır.

İnsani yardım için mültecilere kucak açmak insani ve tarihi bir borçtur. Ama ondan ötesi yani; sırf mülteci çekebilmek için özel gayretlerin içine girmek, muhaliflere kucak açmak, onlara para, teçhizat, silah ve mühimmat yardımı yapmak, muhalifleri eğitmek, onlara topraklarımızda bir karargâh açma imkânını sağlamak, muhaliflerin Suriye’ye geçip eylemlerini yaptıktan sonra Türkiye’ye kaçarak gizlenmelerini sağlayacak emniyetli bir ortam yaratmak, sınırlarda gerekli tedbirleri almayarak giren ve çıkanı kontrol etmemek gibi uygulamalar gereksiz ve ileride bizi hangi girdabın içine çekeceği belli olmayan uygulamalardır. O zaman bu yanlışlıklar niçin yapılır?

Rusya, Çin ve İran’ın bize karşı olacak tutumlarını değerlendiremeyen, hem siyasi hem de ekonomik yönden olumsuz etkilerinin büyük olacağını sezemeyen, Suriye’ye karşı yapılan misillemeler neticesinde; Esad’ın ateş destek unsurları geri çekmesinin, bölgede uçak ve helikopterlerini uçurmamasının özellikle Suriye’deki Kürt ayrımcıların çok daha rahat hareket etmesini sağlayarak kriz sonrası Kuzey Suriye’de bir Kürt Bölgesi kurulmasını kolaylaştıracağını, bundan terör örgütünün nemalanacağını ve bunun da bizim üniter yapımızı olumsuz etkileyeceğini göremeyen, eğer bir çatışmaya girilirse, burada harbin doğasında olan zayiatın verileceğini, silahlı kuvvetlerin Suriye’ye odaklanması halinde terör örgütünün İç Güvenlik Harekâtının sürdürüldüğü bölgede çok daha rahat hareket ederek hiç de istenmeyen olayların yaşanabileceğini kıymetlendiremeyen, krizin yaratacağı ekonomik ve sosyal zararların büyüklüğünü sezemeyen devlet, devlet adamları ile kadroları olamaz. Bunlar mutlaka göz önüne alınıyordur. O zaman bu hatalar niye yapılır? diye sormamız gerek.

 

Suriye Krizinde yanlışlıklar ve hatalar niye ve niçin yapılıyor? sorularının cevabı; Merkezi güçlerin siyasi iktidara verdiği ve vereceği desteğin kaybedilme endişesinden başka ne olabilir? Bununla birlikte siyasi hayatımızın geçmişle hesaplaşma hastalığının yeniden gündeme gelebileceğinin de değerlendiriliyor olması muhtemeldir.

Hükümet; bu merkezi güce istenilenin dışında hareket edebileceği intibaı verirse şiddetli şekilde ikaz edileceğini, merkezi güçte istenilenin dışında davranılacağına dair kesin bir kanaat oluşursa da daha derin krizlerle karşılaşacağını değerlendirmesinde bulundurmaktadır. Hükümet bu durumu atlatabilmek için bir orta yol uygulamasına girmiştir. Bunun için Suriye ile olan ilişkileri birden bire germiş ve bazı füze radar sistemlerinin Malatya’ya konuşlanmasına izin vermiştir. Bununla merkezi güce ben sizinleyim demek, öte yandan İsrail’le ilişkileri gererek de ben her istenileni yapmayacağım mesajını iç kamuoyuna aktarmak istemiştir.  

Kısaca yukarıda özetlenen Suriye ve İran ile krizde Türkiye’nin tutumu ve HAZİRAN aylarından itibaren İran’ın Suriye’ye yönelik yadsınamaz desteği ile 19 Haziran 2012’de Hakkâri’de, Derecik ve Yeşiltaş Karakollarına yapılan baskınlarla başlayan Şemdinli merkezli terör olayları artmıştır. Buradaki terör sorunu ancak bir yıllık bir çaba ile şimdilik kontrol altına alınmış gibidir.  PKK’nın, 2012 yılındaki terörü artırmaktaki gayesi sadece isteklerini Türkiye’ye kabul ettirebilme değildir. Bunun yanında merkezi güce beni geri plana atmayın ben sizin gelecekte verebileceğiniz görevleri de yapabilirim mesajıdır.

Uluslar arası ölçütlere göre; herhangi bir bölgede siyasi gerekçelerle hak arama için başlatılan terör olaylarının sonlandırılması;

·                    Teröre başvuranların terör faaliyetlerinden, başarı için ümitlerini kaybederek (örgüte katılımları engelleyerek), kendi arzu ve istekleri ile vazgeçmeleri,

·                    Terör örgütünün dış ve iç desteğin kesilip terör eylemlerinin dayandığı coğrafi alanın tekrar kullanılmasına engel olunarak, terör örgütü lider kadrosu ile elemanlarının ve bunlara yardım ve destek verenlerin teker teker yakalanması veya yeniden teröre başvuramayacak şekilde etkisiz hale getirilmeleri,

·                    Terör örgütünün siyasi isteklerinin tamamının veya bir kısmının karşılanması ile mümkündür.

Yukarıda sunulan üç durumdan ilkini yani ‘’teröre başvuranların terör faaliyetlerinden kendi arzu ve istekleri ile vazgeçmeleri’’ seçeneğinin, 30-35 senedir devam eden terör faaliyetleri ve içinde bulunulan uluslar arası ortamın hâlihazır yapısı dikkate alındığında, gerçek olması çok zordur. Bunun elemine edilmesi halinde de Türkiye’ninterör sorununu çözmede bir yol ayrımına geldiği söylenebilir. Bu da ya GÜVENLİK POLİTİKALARI ile sorunun çözülmesi veya sorunaSİYASİ ÇÖZÜM bulunması ve MERKEZİ GÜCÜN ORTADOĞUDAKİ HEDEFLENLERİNE ULAŞARAK TERÖR ÖRGÜTÜNE OLAN İHTİYACIN ORTADAN KALMASININ BEKLENMESİDİR.  

Terörün 30-35 yıldır ülke gündemimizde olması, silah bırakılmadan terör örgütü ile yapılan görüşmelerde örgütün kamuoyuna yansıyan kabul edilmesi çok güç olan talepleri ve bu görüşmelerin sürdürülmesinin bir gereklilik olduğu yönündeki baskı, Türkiye’nin bölgedeki tüm Kürtlerin hamisi olması gerektiği yönündeki gayretleri, terör örgütüne yönelik her çeşit desteğin müttefiklerimizce bile verilmesi, örgütün çökertilmesi için gerekli olan kuvvet çarpanlarının gerekli yerde ve zamanında hazır edilebilmesi için dostlarımızın çıkardığı ve karşılaştığımız her türlü zorluk, bütün bunların yanında Suriye ile halen yaşanan krizde ülkenin bir çatışma ortamına itilmesi yönündeki dış gayretler ve gelecekte İran ile yaşanması muhtemel kriz hep birlikte değerlendirildiğinde; PKK Terör Örgütünün istediği federatif bir yapının yollarının bizim dışımızda çok önceleri döşendiği, bunun için her şart ve zeminin kullanıldığı ve ülkenin bir federasyona doğru sürüklendiği görülmektedir. Yani TÜRKİYE bir SİYASİ çözüme doğru iteklenmektedir.

Türk halkı bunu kabul edecek mi? Evlatlarını, eşlerini şehit ve gazi veren kaybeden aileler buna evet diyebilecek mi? Bunların acısı ve bedeli ne olacak? Terörde kaybettiğimiz canları ve her türlü kıymetlerimizi bir kenara koyalım ya bu devletin kurulması için hayatları veren Kurtuluş Savaşı şehit ve gazilerimizin bedelini kim ödeyecek? Devletin kuruluş felsefesine ve onu dantel gibi ören büyük liderimiz Atatürk ve onun arkadaşlarına ne diyeceğiz? Bir miras yedi gibi mi davranacağız? Türk halkı federatif bir yapıya evet diyecekse ve siyasiler halkı ikna edebilirlerse; ülkenin birlik ve tekliği uğruna şehit ve gazi olan güvenlik görevlerimizin ve vatandaşlarımızı boşu boşuna kaybettik demektir.

Eğer siyasi bir çözüme karar verdiysek niçin operasyonlara devam ediyoruz ki? İstenilenleri kabul ederek birkaç günde  sorunu zaten çözeriz. Hem bu kararı verip hem de operasyonlara devam etmek bölgede görev yapan güvenlik kuvvetlerimizde görevlerine yönelik gayreti inancı, imanı yerinde bırakır mı? Onların moralleri ne hale gelir? Ben ne için mücadele ediyorum ki sorusunu sormazlar mı? Siyasilerin ciddi olarak desteğini arkasında göremeyen, her ne kadar profesyonel olsalar da, güvenlik kuvvetlerinden bir başarı beklemek mümkün müdür?

Bu sorunun bu kadar uğraşa rağmen 30-35 yıl devam etmesinin ve ülkenin bölünmemesinin tek faktörü Türk Ordusu ve güvenlik kuvvetleri ile Türk halkının bu mücadeleye verdiği inanılmaz destek ve inançtır.

Bu sayede beklenilen sürede bölünemeyen ve halen direnç gösteren Türkiye uygulaması yerine -bölündüğünde İran, Irak ve Suriye’de domino etkisi yapacak ve bir taşla üç kuş vurarak Kürdistan’ı kurma planı- daha uzun ve maliyetli olan kuşların ayrı ayrı vurulması planına geçilmiştir.  Bunun için öncelikle en zayıf görülen Irak halledilmiş, daha sonra Suriye ele alınmıştır. Suriye’den sonra sıranın, Suriye ile bir savaşa girmesi halinde Türkiye’de terörün artacağı ve buna Türkiye’nin gerekli karşılığı veremeyeceği dikkate alınarak, Türkiye’de olması, Türkiye’nin Suriye ile savaşa girmemesi halinde sıranın İran’a daha sonra da Türkiye’ye gelmesinin planlandığı görülmektedir.

Suriye’deki gayya kuyusuna çekilecek Türkiye’nin gittikçe daha fazla askeri güce ihtiyaç duyacağının, bunu karşılamanın tek yolunun da iç Güvenlik Harekât Bölgesinden kuvvet çekme olacağının, bu bölgeye tahsisli ateş destek vasıtalarının, istihbarat unsurlarının, İHA’ların uçak ve helikopterlerin Suriye’de kullanılacağının,  bu durum da tam kontrol sağlanamayan İç Güvenlik Harekât Bölgesinde terörün isteklerimiz yapılmıyor diyen örgütün dayatmaları ve Suriye’nin gayretleri ile tahminlerimiz ötesinde artacağı, terör örgütünün o zaman hayalini kurduğu kurtarılmış bölgelere kavuşacağı ve bu durumun da bölünmemizi daha da hızlandıracağının merkezi gücün aktörleri tarafından hesaplandığı görülmektedir. Bunun için Türkiye batılı müttefiklerince yalnız bırakılmaktadır. Bu durum en tehlikeli senaryo olarak görülmeli ve ona göre gerekli tedbirler alınmalıdır.

Şimdiki gibi güvenlik politikalarına devam ederken terör örgütü ile de görüşmek tavrının doğru olmadığını yaşadığımız olaylar bize göstermiştir. Yönetimi dış güçlerin elinde olan bu maşa terör örgütü ve onunla devam ettirilen süreç her an her türlü istismara açıktır. Örgüt bu yönde kullanılabilir ve her an bir Silvan olayı ile karşılaşabiliriz. Buna benzer şekilde örgüt bizi zorlamak, tabanının umudunu artırmak için dış destekli terör faaliyetlerini kendisi için uygun yer ve zamanda tırmandırarak devam ettirebilir. Bu halde başarılı olamayacağımız ve gitgide biraz önce ortaya konulan biçimde bizim için çizilmiş sona doğru bazen yavaş bazen de hızlı bir şekilde yol alacağımız da göz ardı edilmemelidir.

O zaman; bütün bu senaryoları nasıl 30-35 yıldır sekteye uğratarak sinir bozduysak şimdi de o şekilde davranmalıyız. Bunun için milli çıkarlarımıza uygun politikalara dönmeliyiz. Kendi gücümüze güvenmeli ve silah sanayini mutlaka milli hale getirmenin gayreti içinde olmalıyız. Osmanlıyı İngiliz ve Fransız desteği ile arkadan vuranların sorunlarına, bizim evimizde yangın varken insani yardımı öne sürerek, öncelik vermek biraz fazla saflık gibi görünüyor. Herkes kendi ihtilalını kendisi yapsın. Bize ne. 100 yıl önce bizden koparken akılları neredeydi?  Bize Kurtuluş Savaşımızda yardım eden oldu mu? Türk halkının kanını, parasını maddi ve manevi bütün kaynaklarını bir hiçe mi harcayacağız?  Önce can sonra canan geldiğini de unutmamalıyız.

Güvenlik Politikaları uygulanarak bu sorunun çözümü için ülkemiz bütün gayretini terör sorununu çözmeye yöneltmelidir. Terör örgütünün öncelikle  dış kaynaklarını kesmek için ciddi emekler gereklidir. Terör örgütünün dayandığı an üs Kandil’in dağıtılması için İran ve Irak’la samimi ilişkiler kurmalıyız.  Komşularımızla başkaların isteğini yerine getirmek için kavga etmemeliyiz.  Bu ülkelerle kavga bizim sorunlarımızı çözmez. Terör Örgütünün marjinal hale gelmesi bile yeterli değildir. Marjinal hal bir kanser hücresi gibidir. Bünye zayıf olduğu her durumda tekrar ortaya çıkar. Türk Ordusunun ve güvenlik kuvvetlerimizin ana görevi, merkezi güç Orta Doğu Politikalarına bir son verinceye kadar vatanımızın bölünmemesini sağlamaktır. Bunun için alınması gereken tedbirler, KUVVET ÇARPANLARINI hazır ederek ve etkili kullanarak, günümüz dünyasının demokrasi ve insan hakları ölçütlerini karşılamak ve terörle mücadele etmek olmalıdır. Bu yönde bir karar verilir ve tavizsiz şekilde aşağıda sunulan tedbirler alınırsa 5-6 yıllık bir dönem sonunda 1996-1998 yılı başarısına ulaşılabileceği göz önüne alınmalıdır.

·                    Bunlardan birincisi sınırlarımızın etkili şekilde kontrol altına alınmasıdır. Bunun için yapılabilecekler de kısaca şunlar olmalıdır:

·                   Öncelikle kış aylarında söndürülen askeri tesis ve birliklerin kışın da sınır bölgelerinde kalacak şekilde de alt yapı imkânlarına kavuşturulmaları gereklidir.

·                   Sınırlarımız tekrar incelenerek sınırlardan giriş ve çıkışları çok zor hale getirecek gerekli insan gücü, teşkilat yapısı, teçhizatı (bölgede her daim uçuş yapabilecek sayıda İHA üretimi/tedariki, her türlü hava şartlarında harekete yönelik hassasiyeti çok yüksek ve menzili uzun gece görüş imkân ve kabiliyeti, olay bölgesine süratle ulaşımı sağlayacak yol şebekesi/devriye yolu ve personeli olay bölgesine emniyetle ve süratle nakledecek ateş gücü yüksek hafif zırhlı araç temini/üretimi), yol, dayanıklı karakol binaları ile gözetleme kuleleri, sınırlardan geçişi zorlaştıracak engeller gibi diğer alt yapı ihtiyaçları tespit ve temin edilmelidir. Sınıra paralel yollar ile buralara ulaşan dikine yollar süratle yapılmalıdır. İnanın ki bu yollar evlatlarımızın canı ve sınırlarımızın ve ülkemizin güvenliği için çift yönlü yollardan veya boğaza yapılması planlanan yeni köprüler ve yeni İstanbul projelerinden ülkemiz için çok daha acildir ve önceliklidir.

·                   Sınırların korunması amacına da hizmet edecek 2008 yılında Şırnak ve Hakkâri sınır bölgelerinde yapımına başalanan ve halen devam eden baraj ve bentlere eğilmeli ve bunlar süratle tamamlanmalıdır (Terör örgütünün devletin bu yöndeki faaliyetlerine niçin karşı çıktığının cevabı da bu olsa gerek.).

·                   Bunun için Sınırlardan Sorumlu Kolordu seviyesinde ayrı bir güvenlik birliği kurulmalıdır. Bu birlik ya Jandarma Genel K.lığı ve Sahil Güvenlik K.lığı gibi özel bir yapıya kavuşturulmalıdır. Böylelikle J. Genel K.lığı yurt içinde, Kara Kuvvetleri K.lığı da yurt dışında dikkatini teröristle mücadeleye verebilmelidir.

·                   Sınır birlikleri için gerekli personelin ve bunların emir komuta sistemi içinde yönetici/lider kadrosunun temini (Gündemdeki 30-40 bin polis alımı yerine kaynaklarımız sınır birliklerinin ihtiyacı olan personele ayrılmalıdır.)  ve eğitimi sağlanmalıdır.

·                   Sınırların güvenliği için tespit edilen ve Bakanlar Kurulunun onayı ile belirlenen 1 ve 2’nci Askeri Yasak Bölgeleri tekrar gözden geçirilmeli özelikle 1’inci Askeri Yasak Bölgelerin sınırları her türlü siyasi mülahazaların dışında genişletilmelidir (Bu durumda sınıra sıfır mesafede bulunan köyler boşaltılacak veya buraya giriş ve çıkışlar sanki ülke gümrüklerindeki giriş ve çıkışlar gibi çok sıkı tedbirler altında yapılacaktır.).

·                    İkincisi ise çok daha operasyonel olanıdır. Öncelikle sınıra yakın bölgelerdeki terör örgütü kampları kontrol altına alınmalıdır. Daha sonra Kandil’e Türk Silahlı kuvvetlerinin kuşatıcı bir manevrayı icra edecek tarzda İran ve Irak topraklarını kullanarak girmesi (hard power) ve bunun için gerekli dış politikanın ve zemininin oluşturulması lazımdır. Bunun mümkün olamaması halinde uluslararası ilişkiler kullanılarak (soft power) terör örgütünün silahlarını da bırakarak Kandil’i terk etmesi sağlanmalıdır.

Bu zamana kadar yapılan sınır ötesi operasyonların neredeyse tamamı kuşatıcı tarzda yapılamadığından ve baskın etkisi de doğal olarak sağlanamadığından teröristler genellikle Irak’a ve Kandil’e doğru geriye kaçış imkânlarını bulmuşlardır.

            Mevcut hükümet tarafından, güvenlik politikaları ile bir sonuca ulaşılamadığı (nedenleri incelenmeden) öne sürülerek  siyasi çözüm yöntemlerinin kullanılmasına karar verilmiştir. Hükümetin öncelikle PKK’nın Türkiye’den barış süreci adı altında çekilmesinin sağlanarak, çatışmasız bir ortamın yaratılmasının elini rahatlatacağını değerlendirdiği görülmektedir. Karar vericilerin aynı zamanda; Türkiye’den çekilerek Kuzey Irak’ta toparlanacak örgütünde mevcut yapısı ile veya örgütteki Türk vatandaşları olmadan, nerede ne yapacağına karışmamayı, bu arada bölgede bulunan ordumuzun unsurlarının, Suriye’ye yönelik güvenlik zafiyetinin giderilmesinde kullanılmasını, en azından kısa sürede kullanıma hazır hale gelebilecek bu kuvvetin, Suriye üzerinde caydırıcı etkisinin ortaya çıkmasını hedeflediği düşünülmektedir.

Türkiye’den çekilen teröristlerin Suriye’ye geçtikleri, örgütün Suriye’nin kuzeyinde bir kontrol sahası yaratma gayretine yönelik haberler her tarafta yer almaktadır. Kandil’deki terörist başlarının da, silah bırakmak için ortaya sürdüğü şartlar Türk kamuoyunun malumudur. Bunları da dikkate aldığımızda, (iktidar her ne kadar bunlara önem vermeyin dese de) belki de iyi niyetle, yapılan işlerin/barış sürecinin altında Türkiye için bir hayrın bulunduğunu söylemek pek gerçekçi durmayacaktır. 

Hükümetin kendi niyeti ile ABD’nin, bizim için pek de hayırlı olmayacak Büyük Ortadoğu  niyeti arasında bir denge oluşturmaya çalıştığı, bu nedenle; kendi açısından da son derece belirsiz olan bu ortamda, Türk kamuoyunun beklediği somut bir çözüm stratejini açık olarak ortaya koyamadığı görülmektedir. Hükümetkervan yolda düzülür misali hareket etmekte, ileride halk benden hesap sorabilir düşüncesi ile de milletvekillerini değil, akilleri kullanmakta, sorunun çözümü için yapılacak yasal düzenlemelerle örgütü tatmin edebileceğini düşünmektedir. Çatışmasız geçecek bu sürede önce mahalli seçimlerin yapılmasını, ardından da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hasarsız tamamlanmasını istemektedir. Bütün olaylar gözümüzün önünde ve son derece aleni bir şekilde gerçekleşirken sürecin patlamayacağını veya Türkiye’nin menfaatleri için doğru gittiğini söyleyebilmek mümkün müdür?

Sonuçta; PKK’nın aynı ad ve yapı ile veya yukarıda da açıklandığı gibi başka bir ad altında Suriyeli, K.Iraklı ve İranlılardan oluşacak eleman yapısı ile öncelikle Suriye’de ve daha sonra İran’a yönelik olarak kullanılacağı[1], Türkiye’den çözüm adı altında anayasa ve yasalarda değişiklik yapılmasını bekleyeceği, kendine müzahir kitleleri de bu yönde kışkırtacağı ve hazır edeceği, eğer istenilen değişiklikler yapılmazsa Suriye Krizinin çözümünden sonra Öcalan’ında dediği gibi 50 000 kişiyle daha da şiddetli olarak Türkiye’de terör faaliyetlerine başlayacağı mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Öcalan’ın bu tehdidi öyle hesaplanmadan ve arkasında bir gücü hissetmeden yapılabilmesi başka türlü nasıl mümkün olabilir ki?

 Eğer terör örgütü liderlerinin istedikleri yapılırsa, Türkiye merkezi yönetim anlamında güçsüzleştirilerek, uluslararası operasyonların ve isteklerin kolayca kabul edildiği bir ülke konumuna girecektir. Ordumuzun da çoğunlukla milli menfaatlerimizin ve ülkemizin çıkarları için değil, daha ziyade uluslararası ortamda; BM, NATO veya merkezi güçlerin istekleri doğrultusunda kullanılmasına fırsat yaratılacaktır. Yani sonunda kazanan hep merkezi güçler, kaybeden ise Türkiye ve Türk halkı olacaktır. Daha öncede dediğimiz gibi analarımız hep ağlamaya devam edecektir.  Vatandaşlarımız bu kadar sessiz kalır, yaşanan olayları sorgulamaz, sadece tek ağıza bakarsa, düşüncelerini demokratik usuller dâhilinde açıklamaz ve ses çıkarmazsa, olacağı budur.

Ses niye çıkmıyor?  30 yıl devam eden hadiseler sonunda halkta belli bir bıkkınlık noktasına gelindi ki istenen de zaten buydu. Çünkü sorunun yükü 1984-1998 yılları arasında vatandaşlar arasında hemen hemen eşit şekilde dağıtılmıştı. Türk halkının evlatları gerek erbaş ve er olarak gerekse de yedek subay olarak PKK ile mücadelede görev alıyordu. Bunun sonunda örgüt darmadağın olmuş ve kendini Irak’ın kuzeyine zor atmıştı. ‘’Artık terör bitti’’ şeklinde yapılan yanlış bir değerlendirme sonrası çıkarılan kısa dönem erbaşlık sistemi ile bu yük neredeyse tamamen orta ve alt gelir gurubundaki ailelerin üzerinde kaldı. Bu yükü azaltmak içinde profesyonelliğe geçiş öngörüldü. Ama orada da yük gene orta ve alt gelir guruplarının sırtında oldu. Bunun sonucunda profesyonel kadrolara geçişte hedefler tutturulamadı. Birçoğunun görevi bıraktığını da ulusal basından hep duyduk. Terörle mücadelede 1998’deki gibi başarılı olmak için mevcut profesyonel kadrolara ilave olarak yükün dengeli ve eşit şekilde vatandaşlar arasında paylaşımının yeniden sağlanması amacıyla Genelkurmay eski Başkanı Emekli Orgeneral Işık KOŞANER’in zamanında hükümete yaptığı ve kamuoyu ile de paylaştığı tek tip askerlik teklifi de hiç dikkate alınmadı. Çünkü gelir durumu iyi olanlar, örgütün dağılarak yurtdışına çıktığı 1998-2004 arasındaki zamanı gerektiği gibi kullanamayan ülke yönetimlerinin, gereğini yapmaması ve büyük bir fırsatı kaçırması nedeniyle yeniden yük almak istememektedir. Geri kalan vatandaşlarımızda bunun için sessiz kalmayı tercih eder hale gelmektedir. Aslında bu olaylar bile yaşamakta olduğumuz şu anların önceden planlandığını bize göstermektedir. Yani Türkiye’nin kendi isteği dışında davranması için durum ve şartlar oluşturulmuş veya oluşturulmaktadır.

Bundan kurtuluşun yolu Türk halkının kendi elindedir. Alacağı tavır gene kendi kaderini belirleyecektir.

Sonuç olarak; terörden kurtulmanın tek yolu özlenen çağdaş demokratik ortamı sağlayacak yasal düzenlemelerin yapılarak tüm topluma demokratik haklarının sunulması yanında, asilik edene de gereken dersin verilmesidir. Türk halkının devleti ile birlikte azimli ve kararlı tutumu karşısında merkezi güçün ve PKK’nın Kürdistan kurma umudu kırılmadıkça, çevremizde meydana gelen krizlerde öngörülü davranmadıkça ülkemizdeki terör ortamı topluma sunulduğu gibi sona ermeyecektir. Terörün biteceğini ummakta aşırı iyi niyetliliktir. Suriye gibi krizlerde milli davranamasak ülkede bölünme yönünde hiç ummadığımız ani gelişmeler meydana gelebilecektir.

 


[1]Bunun için İran örgüte para ve malzeme vererek eskisi gibi faaliyetine devam etmesini istemektedir (Bknz. http://siyaset.milliyet.com.tr/iran-dan-kandil-e-cekilmeyin-baskisi/siyaset/siyasetyazardetay/29.04.2013/1699964/default.htm.).

Serdar Ekizoğlu

Serdar Ekizoğlu Kara Harp Okulundan piyade subayı olarak 1981 yılında mezun oldu.

Piyade Okul K.lığı (Tuzla/İstanbul)’nda bir yıllık eğitimi müteakip 2’nci Komd. Tug. K.lığı(BOLU)’na takım komutanı olarak atandı ve 1983 yılında Komd. İhtisas Kursunu bitirdi. Daha sonra sırasıyla 2’nci Komd. Tug. K.lığı, Hakkari Dağ ve Komd. Tug. K.lığı ve 1’inci Komd. Tug.K.lığı/Kayseri’de takım ve bölük K.lığı görevlerinde bulundu.

1988 yılında Kara Harp Akademisi sınavlarını kazandı. 1990 yılında Kara Harp Akademisini bitirdi. Kurmay subay olarak sırasıyla 2’nci Komd. Tug. K.lığı ve  Genel Kurmay Harekat Başkanlığında karargah subayı olarak görev yaptı. Bu esnada Harp Akademileri bünyesinde bulunan Silahlı Kuvvetler Akademisini bitirdi. İngiltere’de, İngiliz Silahlı Kuvvetleri Lisan Okulunda yabancı dil eğitimini tamamladı. Lisan eğitimini müteakip Arnavutluk Kara Kuvvetleri Komd. Tug.nın  teşkili ve eğitiminden sorumlu Türk Teşkilat ve Eğitim Tim K.nı olarak görev yaptı.

 1998-1999 yılında Muğla’da konuşlu 2’nci P.Taburunda Tabur K. olarak görev yaptı. Tabur K.lığı görevini müteakip, Kara Kuvvetleri Genel Sekreterliğinde İşlem ve Koordinasyon Ş. Md. olarak görev yaptı. Burada görevi sırasında 2000 yılında Roma’da bulunan NATO Savunma Kolejini bitirdi.

2001 yılında yurt dışı daimi göreve atanarak halen Zagreb/Hırvartistan’da bulunan Avrupa Birliğinin bir projesi olarak faaliyete geçirilen Bölgesel Silahların Doğrulama ve Uygulamaya Yardım Merkezi’nde Diyalog ve İşbirliği Bölüm Başkanı olarak  2001-2004 yıllarında görev yaptı. Bu görevi esnasında Balkan ülkelerine yönelik olarak Güven ve Güven Artırıcı Önlemler, Dayton Barış Anlaşması, Açık Semalar Anlaşması, Sınırların Kontrolü, Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Kontrolü, Ordudaki Görevlerinden Ayrılan Profesyonellerin Sivil Topluma Uyumu gibi konularda uluslar arası çeşitli seminer, panel, kurs ve toplantıları organize etti.

2004 yılında Göçeada’da konuşlu 5’inci Komd Alay K.lığına Alay K.nı olarak atandı. 2005 yılında Tuğgeneralliğe terfi ederek; 2005-2006 yılında Edremit/Balıkesir’de konuşlu 19’uncu P. Tug. K.lığı, 2006-2007 yılında Eğirdir/Isparta’da konuşlu Dağ, Komd. Okulu ve Eğitim Merkez K.lığı, 2007-2009 yıllarında Kara Kuvvetleri Plan ve Harekat Daire Başkanlığı, 2009-2010 yılında Kara Kuvvetleri Eğitim ve Doktrin K.lığında Muharebeyi Geliştirme, Doktrin ve Yayın Başkanlığı görevlerini yaptı ve 2010 yılında emekli oldu. 

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display